14 Temmuz 2013 Pazar

Ortadoğu'da Türklerin Varlığı Tartışmaları / Prof. Dr. Ekrem Memiş

Batılıların bugün “Orta Doğu” adını verdikleri bölge, eskiden “Yakın Doğu” adıyla anılıyordu. Zaman zaman “Eski Doğu” ya da “Eski Ön Asya” olarak da anılan bölge, dünya tarihinin en eski medeniyetlerine sahne olmuştur.

Bu medeniyetler; Mısır, Mezopotamya ve Anadolu medeniyetleridir. Bir başka ifade ile dünyanın en eski medeniyetleri, Orta Doğu toprakları üzerinde kurulmuştur.

Şimdi, bu medeniyetlere sahne olan bölgelerin jeopolitik özellikleri hakkında ana hatlarıyla bilgi verecek, ardından da söz konusu bölgelerin eskiçağlardaki durumunu, belgelerin ışığında gözler önüne sereceğiz. Bu arada Eski Çağ Orta Doğu’sundaki Türk varlığını da tartışmaya açacağız.


A. Mezopotamya Tarihinde Türk Varlığı


1. Mezopotamya’nın Jeopolitik Konumu


Eski Doğu’nun üç büyük medeniyet merkezinden biri olan Mezopotamya, Yunancada “İki nehir arası” anlamına gelmektedir. Gerçekten, Dicle ve Fırat nehirleri arasında yer alan bu verimli topraklara, Mısırlılar da aynı anlama gelen “Naharina” ismini vermişlerdi. İslami devirlerde ise Fırat ve Dicle nehirleri arasında kalan bölgeye, “ada” manasına gelen “Cezire” denilmiştir.

Fakat, Mezopotamya medeniyetinin temellerini atan Sümerler, kendi memleketlerine “Kengi” diyorlardı. Mezopotamya’nın muhtelif yöreleri, zaman içerisinde değişik coğrafi isimlerle anılmıştır. Hakikaten, bugün “Hor Dalmaç” denilen Basra Körfezi’nin kuzeybatısındaki bataklık bölgeye, Yeni Sümer Devleti zamanında (M.Ö. 2060-1960) “Sümer”, I. Babil Sülalesi zamanında (M.Ö. 1850-1550) “Denizeli”, M.Ö. 1. binyılda ise “Kalde” denilmekte idi. Körfezin kuzey taraflarından 34. enlem dairesine kadar olan bölgeye Sümerler zamanında Agade şehrine izafeten “Akkad” denildiği halde, Klâsik yazarlar, o zamanki dünyanın en büyük şehri olan Babil’den dolayı, söz konusu bölgeye “Babilonya” demişlerdir. Yeni Sümer Devleti de denilen III. Ur Sülalesi zamanında (M.Ö. 2060-1960), Akkad’ın batısındaki memleketlere, Batı Memleketleri anlamına gelen “Martu Memleketleri”, doğusuna ise “Subartu” denildiği, vesikalardan öğrenilmektedir. Dicle’nin doğusundaki Küçük Zap Suyu ile Diyala Nehri arasındaki sahanın güneyine “Gutium”, Basra Körfezi’nin doğusundaki topraklara ise “Elam” deniliyordu.

Dicle ve Fırat nehirlerinin hayat verdiği Mezopotamya toprakları çok verimli olduğu için, sık sık istilâlara uğruyordu. Bu yüzden etnik yapıda birtakım değişiklikler meydana geliyor, bu da yer adlarına yansıyordu. Örneğin Sümerler zamanında “Subartu” denilen Dicle’nin doğu kesimine, I. Babil Sülalesi zamanından (M.Ö. 1850-1550) itibaren “Asur” denilmeye başlanmıştı. I. Babil Sülalesi’nin yerini alan Kaslar ise Babil’e “Karduniaş” diyorlardı.

Böylece, tarihinin uzun seyri içinde zaman zaman sakinleriyle beraber topraklarının isimleri de değişen Mezopotamya, haritaya bakıldığında da görüleceği üzere, Asya kıt’asının Akdeniz’e açılmış bir kapısı görünümündedir. Gerçekten Mezopotamya, en geniş hatlarla Asya’nın batısındaki Akdeniz ile Basra Körfezi arasında kalan 120.000 km karelik bir bölgedir. Bu alan, doğuda İran, kuzeyde ise Anadolu plâtolarını oluşturan yüksek dağlarla bir hilâl şeklinde kuşatılmıştır. Zira Toroslar, Akdeniz’in doğu sahilleri boyunca güneye doğru Cebel Lübnan, Hermon, Sina Dağı gibi çeşitli isimler alarak Kızıldeniz’e kadar ulaşırlar. Dicle’nin doğusunda ise Güneydoğu Anadolu’daki Antitorosların devamı olan Zağros Dağları, İran plâtosu ile Dicle vadisini birbirinden ayıran doğal bir perde teşkil eder. İşte bu yüzdendir ki Mezopotamya, üç tarafı dağlarla çevrilmiş, yalnızca güneyden sonsuz gibi görünen Suriye ve Arabistan çöllerine açık geniş bir düzlüktür.

Mezopotamya, yeryüzü şekilleri bakımından, kuzeyde ve güneyde farklı bir yapı göstermektedir. Gerçekten, Kuzey Mezopotamya’nın dağlık olmasına karşılık, Güney Mezopotamya düz bir ova manzarası arz eder. Ancak hemen belirtelim ki, Dicle ve Fırat nehirleri bu bölgeden geçmemiş olsaydı, Güney Mezopotamya, Suriye çölünün bir devamından ibaret olurdu.

Mezopotamya’nın eski sakinlerinin “Purattu” dedikleri Fırat ile “İdiglat” ismini verdikleri Dicle nehirlerinin kıyıları boyunca birçok şehirler kurulmuştur. Ur, Uruk, Umma, Eridu, Larsa, Nippur, Şuruppak ve Mari, bu kentlerin önde gelenleridir.

Mezopotamya’nın yukarıda ana hatlarıyla ortaya koymaya çalıştığımız coğrafi şartları, burada kurulan devletlerin siyasi hayatı üzerinde de etkili olmuştur. Gerçekten Mezopotamya, Asya ile Akdeniz arasında bulunmasından dolayı, kuraklık nedeniyle Asya steplerinden kaçan ve sulak topraklar arayan kavimler için, daima ilk hedef olmuştur. Diğer taraftan, aynı kuraklık felâketine uğrayan Arabistan dahi zaman zaman çöl çocuklarını bu verimli topraklara sevkediyordu. Bu suretle Mezopotamya’ya kimi Asyalı, kimi Sâmi bazan da Hint-Avrupalı kavimler yerleşiyorlardı. Bu durum, Mezopotamya’da kurulan herhangi bir devletin uzun süreli ve kararlı bir hâkimiyet kurmasına engel teşkil ediyordu.1

2. Mezopotamya’nın Tarih Öncesi Dönemleri


İnsanlık tarihinin en eski dönemi olan paleolitik devirden itibaren Kuzey Mezopotamya’nın iskân edildiği bölgede yapılan mağara araştırmalarıyla ortaya konmuştur. Sümerlerden önce bu bölgede yaşayan kavimlerin kimlikleri hakkında, yazılı bir kültüre sahip olmadıkları için, ne yazık ki, bilgi sahibi olamıyoruz. Ancak, Kuzey Mezopotamya’da Sümerlerden önce yaşamış olan kavimlere Önsümerler anlamına “Presümerienler” denilmektedir. Fırat nehri boylarının en eski topluluklarına da “Protofıratlılar” denmiştir. Sümerlerin öncüleri olan bu kavimler, bir müddet avcılık seviyesinde yaşadıktan sonra yerleşik hayata geçmişler, küçük köyler kurarak ziraate başlamışlar ve hayvanları ehlileştirmişlerdir. Ayrıca bu dönemde, suyu evlerine taşımak için kilden kaplar yapmışlardır.2

İnsanlık tarihinin taş devri ile tunç devri arasında geçirdiği uygarlık seviyesine “kalkolitikum” denir. Bu dönemde taş aletlerden yine yaygın bir şekilde yararlanılmakla beraber, az miktarda maden de kullanılmıştır. Bu devir, insanlık tarihinde önemli bir dönüm noktası sayılır. Çünkü bu devir insanları madeni eriterek silahlar yapmışlar, tarım araçlarını da madenlerden yaptıkları için tarımda verimlilik artmış, madeni silâhlarla da henüz madeni tanımayan topluluklar üzerinde siyasi egemenlik kurmuşlardır.

Mezopotamya’da Kalkolitik devir M.Ö. 5000-3000 yılları arasına tarihlenmekte olup, bu kültür dört aşamada gelişmiştir:3

1. Prekalkolitikum: Hassuna kültürü

2. Er Kalkolitikum: Ninive kültürü

3. Orta Kalkolitikum: Samarra ve Tel-Halaf kültürü

4. Geç Kalkolitikum: El-Ubeyd kültürü

Mezopotamya Kalkolitik kültürü bir köy kültürüdür. Bu köyler, küçük sulama tarımından büyük sulama tarımına geçmişlerdir. Bu dönemde henüz siyasal bir birlik yoktur. Kalkolitik dönem insanları, elde ettikleri ürünlerin fazlasını komşu ülkelere satıyorlardı. Bu dönem insanlarının doğa güçlerine dayanan bir dinleri vardı.

3. Sümerlerin Mezopotamya’ya Gelişleri ve Tarihi Devirlerin Başlaması


Kalkolitik devrin sonlarına doğru Mezopotamya’da çömlekçi çarkı, silindir mühür ve yüksek mabet gibi birtakım yeni kültür unsurlarıyla karşılaşılmaktadır ki, bunlar, M.Ö. 3500’lerde Mezopotamya’ya gelen Asya kökenli Sümerlere aittir. Sümerler, kendilerinden önce güneydeki bataklık bölgeye yerleşen kavimlerin medeniyetine, yukarıda sıraladığımız bazı yeni kültür unsurlarını da katarak, mevcut eski köy kültürünü bir “şehir kültürü”ne dönüştürmüşlerdir. Gerçekten onlar, bataklık arazinin içinde yerleşmeye elverişli adacıklara ayrı ayrı cemaatler halinde yerleşerek birçok şehir devleti kurmuşlardır. Eridu, Ur, Uruk, Lagaş, Umma, Şuruppak ve Kiş, bu şehir devletlerinin en önemlileri arasında sayılabilir. Bu sitelerin hemen hepsi kazılmış ve buralardan çıkarılan arkeolojik ve yazılı malzeme ile Sümer tarihi aydınlanmıştır.

Sümer şehir devletlerinde her şehrin ayrı bir tanrısı vardı. Sümerler, bu şehir tanrılarına tepeler üzerinde mabetler kuruyorlardı. Vatandaşlara ait özel evler bu mabedin etrafında kümeleniyor, sonra şehrin etrafına yine müşterek emekle bir sur inşa ediliyordu.4

Sümerlerin inanışına göre, yeryüzündeki bütün yaratıklar ve varlıklar tanrının malı idi. Fakat tanrının olan bu toprakları verimli hale getirebilmek için bataklıkları kurutmak, suları kanallarda toplamak gerekiyordu. Bütün bu büyük ve zor işleri, ancak müşterek emekle başarabilirlerdi. Böylece bütün şehir halkı birlikte kanallar açıyorlar, toprağı birlikte ekiyorlar ve yine ürünleri birlikte topluyorlardı.

Görülüyor ki, Sümerlerin kurduğu bu küçük şehirler, bir çeşit ilkel sosyalizm ile idare ediliyorlardı. Fakat bu sosyalizm gücünü tanrıdan aldığı için, Mezopotamya’da Sümerlerle başlayan bu rejime "mabet sosyalizmi” ya da "teokratik sosyalizm” denilmektedir.5

Bu sistem gereğince her vatandaş, topraktan elde ettiği ürünleri veya yetiştirdiği hayvanları, avladığı avları ve hayvanlardan elde ettiği süt ve süt ürünlerini mabede teslim etmek zorunda idi. Mabette görevli bulunan rahip memurlar, toplanan bu ürünleri, her ailenin ihtiyacı oranında paylaştırıyorlardı. İhtiyaç fazlası ürünlerle de, taş, kereste ve maden gibi memlekette mevcut olmayan maddeler, dış ülkelerden satın alınıyordu.6

Sümerler, bu ilkel sosyalizmin doğal bir neticesi olarak, çok geçmeden M.Ö. 3200’lerde yazıyı da keşfetmeye muvaffak olmuşlardı. Zira rahipler, her vatandaşın mabede getirdiği malı unutmamak veya teslimatı vesikalandırmak için, kil tabletlerin üzerine ancak kendilerinin anlayabileceği şekilde her şahıs için belli bir işaret, onun karşısına da getirdiği malın resmini yapmağa başladılar. Fakat bu sistemin birtakım karışıklıklara yol açtığı görülmüş olmalı ki, bunu önlemek için çareler düşündüler ve işaretlerle resimleri belirli bir sistem halinde, şifre gibi kullanmaya başladılar. Bu hususta ilk adım, her işarete bir sada değeri vermekle atıldı. Böylece her işaret bir hece olarak kabul edildi. Fakat bu defa da, telaffuzu aynı anlamı farklı olan (örneğin Türkçedeki "yaz” emri ile mevsim anlamına gelen "yaz” gibi) kelimelerde yine karışıklık oluyordu. Bunu önlemek için sisteme "determinatif” usulü ilave edildi. Bu yönteme göre, bir ismin kadın ismi mi, erkek ismi mi yoksa tanrı ismi mi olduğu, ismin önündeki determinatiflerden anlaşılıyordu.

İşte böylece yaş kil üzerine üçgen uçlu bir kamışla, sonraları madeni bir uçla yazıldığı ve işaretler de çivilere benzediği için, modern araştırıcılar tarafından "çivi yazısı” olarak isimlendirilen yazı sistemi, yukarıda da belirttiğimiz gibi, M.Ö. 4. binyılın sonlarında (M.Ö. 3200’ler) keşfedilmiş oluyordu. Bu yazının dili Sümerce olduğu için, çivi yazısının, Sümerler tarafından keşfedildiği anlaşıldı.

Sümerler tarafından keşfedilen ve tarihi devirlerin başlamasını mümkün kılan çivi yazısı, doğuda İran’dan batıda Anadolu ve Akdeniz’e kadar yayılmış ve M.Ö. 1. yüzyıla kadar uzanan yaklaşık üçbin yıllık zaman dilimi içerisinde çeşitli kavimler tarafından kullanılmıştır.

4. Sümerlerin Kökeni Hakkındaki Görüşler 


M.Ö. 3500’lerde Güney Mezopotamya’ya gelerek buradaki köy kültürünü şehir kültürüne dönüştüren Sümerlerin Orta Asya kökenli olduklarına artık şüphe kalmamıştır. Filolojik açıdan da Türkçe ile akraba bir dil konuşan Sümerler,7 yerleştikleri yeni vatanlarında (Mezopotamya), belki de coğrafi faktörlerin zorlaması neticesinde, yukarıda da belirttiğimiz gibi, emekte ve nimette müştereklik esasına dayanan yeni bir rejim meydana getirmişlerdi. “Mabet Sosyalizmi” ya da “Teokratik Sosyalizm” adı verilen bu rejimin uygulanmasının kaçınılmaz bir sonucu olarak da yazıyı keşfetmişlerdi.8

Eğer Sümerlerin Türklüğü kabul edilirse, ki biz bu kanaatteyiz, o zaman, dünya medeniyet tarihinde son derece önemli bir yer işgal eden ve tarihi devirlerin başlamasını sağlayan yazıyı icadetme şerefi Türklere ait olacaktır. İşte bu yüzdendir ki, Avrupalı otoritelerin büyük bir çoğunluğu, bu şerefi Türklere lâyık görmedikleri için, Sümerleri Hint-Avrupa kökenli kavimlerden biri olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Halbuki mevcut bulgular, gerek filolojik, gerek antropolojik ve gerekse teolojik açıdan Sümerlerin Orta Asyalı Türklerden olduğuna şüphe bırakmamaktadır.

Gerçekten, Sümerlerden kalan yazılı tabletler üzerinde yapılan filolojik tetkikler, bu kavmin dilinin, Türkçe gibi Ural-Altay dil grubuna mensup olduğunu ortaya koymuştur. Ayrıca, iskelet bakiyeleri ve araştırmalar, Sümerlerin yuvarlak kafalı (brekisefal) bir kavim olduğunu meydana çıkarmıştır ki, o dönemden kalan arkeolojik eserler üzerindeki tasvirlerde de bunu görmek mümkündür. Bundan başka Sümerler, Anu, Enlil ve Ea isimli tanrılara tapıyorlardı. Bunlardan gökyüzünü temsil eden Anu’ya daha büyük saygıları vardı ki, Türkler de İslamiyet öncesinde Gök Tanrı’ya taparlardı. Bütün bunların yanında, Sümerlerin düz bir arazi yapısına sahip olan Mezopotamya’da yığma toprak tepeler oluşturarak, mabetlerini bu tepeler üzerine inşa etmeleri ve sıcak bir iklimde yaşamalarına rağmen, bir alışkanlığın devamı olarak koyun yününden yapılmış elbiseler giymeleri, onların, iklimi sert ve yüksek bir memleketten gelmiş olduklarına işaret eder ki, bu memleket de, hiç şüphesiz Orta Asya’dır.9

Sümerler, M.Ö. 3500-2500 yılları arasına rastlayan dönemde Mezopotamya’da gerçekten büyük bir medeniyet meydana getirmişlerdir. Fakat ne gariptir ki, coğrafi şartlar uygun olmasına rağmen, büyük bir imparatorluk kuramamışlar, tam tersine, şehir devletleri halinde yaşamayı tercih etmişlerdir.10 Merkezî bir devlet kuramamalarının nedeni ise aralarındaki hâkimiyet mücadelesi olsa gerektir.

5. Mezopotamya Medeniyetine Katkıda Bulunan Diğer Kavimler


M.Ö. 2500’lerde Mezopotamya’ya yeni bir kavim daha gelmiştir ki, bu, Sâmi kökenli Akkad kavmidir. Bugünkü Arapların en eski ataları olan Akkadların gelmesiyle birlikte, Mezopotamya’nın gerek etnik, gerekse siyasi çehresi değişmiştir. 11 Nitekim Akkadlar, M.Ö. 2350’de büyük bir imparatorluk kurmayı başarmışlardır. İmparatorluğun temellerini atan kurucu kral Sargon, fetih siyasetine dayanan bir dış politika izlemiştir ki, bu siyasetin odak noktasını Anadolu teşkil ediyordu. Gerçekten Akkad imparatorları, imparatorlukları, M.Ö. 2150 yıllarında İran yaylasında yaşayan Gutiler tarafından yıkılıncaya kadar, başta Anadolu olmak üzere, İran ve Mısır memleketlerinin muhtelif zenginliklerini alabildiğince sömürmüşlerdir. Akkad metinlerinden anlaşıldığına göre, İran’daki Zağros dağlarının eteklerinde yaşayan ve son derece savaşçı bir kavim olan Gutiler, M.Ö. 2150-2050 yılları arasına rastlayan yaklaşık bir asırlık dönemde Mezopotamya kentlerine hâkim olmuşlardır. Gutiler ya da Gutlar diye adlandırılan bu kavmin (Gut = Guz = Oğuz) Oğuzlar olma ihtimalinin çok yüksek olduğunu söyleyen değerli araştırmacı Sadi Bayram’a12 hak vermemek mümkün değildir. Gerçekten, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü’nde uzun yıllar hocalık yapan ve birçok bilim adamımızın yetişmesine vesile olan Yahudi asıllı Prof. Dr. Benna Landsberger de, 20-25 Eylül 1937 tarihleri arasında düzenlenen II. Türk Tarih Kongresi’nde sunmuş olduğu "Ön Asya Kadim Tarihinin Esas Meseleleri” konulu tebliğinde: ".tarihimizde Türklerle en yakın bir suretle münasebettar olan, hattâ belki de ayniyet gösteren kabile budur.”13 demek suretiyle Oğuz Türklerinin tarihini günümüzden 4200 yıl öncesine dayandırmaktadır ki, bu da bize Türklerin Orta Doğu bölgesindeki tarihlerinin çok derin bir geçmişe sahip olduğunu göstermektedir. Nitekim, M.Ö. 2. binyılın başlarından itibaren Asur metinlerinde sık sık adları geçen ve Musul-Kerkük bölgesinde yaşadıkları anlaşılan Turukkular14 ile M.Ö. 1677-1100 yılları arasında Mezopotamya’da hüküm süren Kasların da (III. Babil Devleti’ni kurmuşlardır) Türk kavimlerinden oldukları,15 tarihçi ve filologlar tarafından çeşitli deliller gösterilmek suretiyle ortaya konulduğundan, Türklerin Orta Doğu’daki tarihlerinin binlerce yıl öncesine dayanmış olabileceği yolundaki görüşümüz, bir kat daha kuvvet kazanmaktadır.

Mezopotamya-Anadolu ilişkilerine, Anadolu bahsinde ayrıntılı olarak yer vereceğiz. Biz şimdi, Türk kökenli oldukları iddia edilen Elamların Orta Doğu tarihindeki yerlerini ve ne ölçüde Türk olduklarını tartışacağız.

Elam memleketi denildiği zaman, Zağros dağlarının eteklerindeki plâto ile Babilonya’nın kuzeyindeki topraklar akla gelmektedir. Merkezi Susa şehri olan Elam memleketi, M.Ö. 6. binyıldan itibaren yerleşime sahne olmuştur. Akkad metinlerinde "Elamtu” adıyla anılan ülke, "yüksek plâto” veya "Doğudaki Ülke” anlamına gelmektedir. Gerçekten, bölgeye, bu isim boşu boşuna verilmiş değildir. Zira bu ülkenin deniz seviyesinden yüksekliği ortalama 1500 metredir. Başkent Susa, Kerha ve Karun nehirleri tarafından sulanan verimli bir vadide yer almaktadır.

Sâmi kökenli Akkad krallarının iktidarı döneminde, Elam memleketinde kuvvetli bir Mezopotamya etkisi görülmektedir. Sadece Avan bölgesinde Akkad kralı Naram-Sin’in vassalı olmak kaydıyla yerli bir sülale egemen olabilmiştir. Akkad kralı Naram-Sin ile Avan kralı arasında yapılan ve Elam dilinde kaleme alınan antlaşma, bu krallık hakkında bilgi veren en eski vesikadır. Bu devirde, Proto-Elamcanın yanında Sümer-Akkad yazısı da kullanılmakta idi.

M.Ö. 3. binyıl sonlarına doğru, arkeoloji terminolojisinde Asyalılar olarak isimlendirilen ve hepsi de yarı göçebe olan şu kavimler Batı İran’a yerleşmeye başladılar: Kuzeyde Gutiler, güneyde ise Lullubiler, Kaslar ve Elamlar.

Yüzyılı aşkın bir süre iktidarda kalan Guti kralları arasında Şarlak, El Ulumeş, İnima Bakış, Yarlagab, Kurum, Yarlaganda, Tirikan gibi isimler yer almaktadır ki, bunlar hem görünüş hem de anlam bakımından Türk geleneğine uygun olarak verilmiş isimlerdir.16

Yeni Babil sülalesi, Gutileri Mezopotamya’dan kovduğu zaman, Elam, Babil’in bir eyaleti haline getirildi. Elam daha sonra Şimaş Krallığı’nın ardından da İsin sülalesinin vasalı oldu. M.Ö. 2. binyılda Elam, Akkad yazısını kullandı. Larsa Sülalesi, bir müddet için Uruk ve Babil’e hükmettiyse de, Hammurabi ve halefi Rim-Sin, 31 yıllık bir mücadeleden sonra Larsa Sülalesi’ne son verdiler.

M.Ö. 1300’lerden itibaren Elam’ı yeni bir sülale idare etmeye başladı. Elam, en parlak devrini bu zamanda yaşadı. Elam kralı Kudur-Nahunte, Kasları yenilgiye uğratarak oğlunu Babil’e vali olarak atadı. Tanrı Marduk’un heykelini de Susa’ya getirtti. Onun halefi Silhak-İnşuşinak ülkenin sınırlarını Kerkük’e kadar genişletti. Babil ve Asur arasındaki egemenlik mücadelesi esnasında Babilli I. Nabukadnezar Elam’ı tahrip ederek başkent Susa’yı ele geçirdi. Tanrı Marduk’un heykelini Babil’e geri getirdi. İşte bu hadiseden sonra Elam’ın tarih sahnesinden çekildiğine tanık olmaktayız.

Elamların kökenine gelince; dünya tarihinde önemli bir rol oynayan ve Asya kökenli bir kavim olarak kabul edilen bu ırk, Hint-Avrupa orijinli kavimlerden önce İran’ın Zağros bölgesine gelip yerleşmiştir. Büyük bir ihtimalle bu kavim de Türk kökenli bir kavim olmalıdır. Zira Dr. Phil. Hâmit Zübeyir Koşay’ın yapmış olduğu dil araştırmaları, Elamca ile Türkçenin yakın ilişkisini hattâ ayniyetini ortaya koymaktadır. Aşağıda yer alan birkaç örnek, bu görüşün doğruluğunu bütün çıplaklığı ile ortaya koymaktadır.17

Kelimelerdeki Benzerlikler


  1. Elamca: atta
    Türkçe: ata
  2. Elamca: balibe
    Türkçe: balbal
  3. Elamca: la-gitta
    Türkçe: kit-mek (git-mek)
  4. Elamca: Kukki
    Türkçe: kuk, gök


Görülüyor ki, başta Sümerler olmak üzere Gutiler, Kaslar ve Elamlar Mezopotamya medeniyetine ve dolayısıyla dünya medeniyetine katkıda bulunmuş olan Türk orijinli kavimlerdir.

Mezopotamya tarihindeki Türk izlerini böylelikle ana hatlarıyla ortaya koyduktan sonra, şimdi de Eski Çağ Anadolusu’ndaki Türk varlığını, yazılı ve arkeolojik belgelerin ışığında ortaya koymaya çalışalım.

B. Eski Çağ Anadolusu’nda Türk Varlığı


1. Anadolu’nun Jeopolitik Konumu


Bilindiği üzere, tarihi meydana getiren üç ana unsurdan biri de coğrafi mekândır.18 Bir kavmin tarihi, üzerinde yaşadığı toprakların coğrafi durumuna bağlıdır. Bu yüzden biz de işe, Anadolu’nun coğrafi mekânını tetkik ederek başlayacağız. Yalnız, Türkiye’nin bugünkü siyasal sınırları dışında kalan Kuzey Suriye’yi de bu kavramın içine almamız gerekir. Çünkü bu bölge, gerek jeomorfolojik şartlar, gerekse kültür birliği bakımından, Anadolu ile devamlı bir bütünlük arz etmiştir. 19

Haritaya bir göz atacak olursak, Anadolu’nun Asya, Avrupa ve Afrika kıt’aları tarafından çevrelendiğini ve Asya ile Avrupa kıt’aları arasında da bir köprü vazifesi yüklendiğini görürüz. Bu köprü, güneydoğudan Mezopotamya ve Mısır gibi Eski Doğu, batıdan ise Akdeniz medeniyetlerinin oluşturduğu Eski Batı dünyaları tarafından çevrilmektedir. Bu durum, Anadolu’ya bir kültür aracılığı görevi vermiş gibidir.

Gerçekten, tarihin en eski devirlerinden itibaren Anadolu, doğudan ve batıdan birçok kavmin istilâsına maruz kalmış, pek çok medeniyete beşiklik etmiştir. Bu yüzdendir ki Anadolu, Doğu ve Batı kültür unsurlarının içiçe karışıp kaynaştığı bir bölge durumuna gelmiştir.20 Nitekim, daha M.Ö. 3. binyıldan itibaren değişik kökenli birçok kavmin bir arada yaşaması ve bu durumun asırlarca devam etmiş olması, bunun en güzel ifadesidir.

Anadolu’nun yeryüzü şekilleri, akarsuları ve iklim şartları da, Anadolu tarihinin meydana gelmesinde büyük ölçüde rol oynamıştır.

Gerçekten, Anadolu’nun kuzeyden ve güneyden yüksek sıradağlarla kuşatılmış olması ve pek az yerden geçit vermesi,21 bu yönlerden yapılacak olan birçok kavimin göçüne imkân tanımazken, Batı Anadolu bölgesindeki dağların denize dik olarak uzanması, pek çok istilâcının, bu dağ oluklarından geçit bularak, Anadolu’nun ortalarına kadar ulaşmalarını mümkün kılmıştır. Ayrıca güney ve kuzey yönlerinde denize paralel olarak uzanan sıradağlar, Orta Anadolu’da yerleşen kavimlerin, bu dağların arkasında oturan kavimlerle kültürel münasebetlerini de engellemiştir. Örneğin, Karadeniz bölgesinde kabileler halinde yaşayan ve Hitit Devleti’ni, kuruluşundan yıkılışına kadar devamlı olarak rahatsız eden barbar Gaşka kavimlerine ulaşmak22 ve onları kültürel yönden etki altına almak mümkün olmadığı gibi, Toroslar’ın arkasında oturan Kizzuvatna Krallığı da,23 bu dağlar yüzünden, Anadolu kültürünün değil, daha ziyade Mısır kültürünün etkisi altında kalmıştır.

Van merkez olmak üzere, Doğu Anadolu bölgesinde M.Ö. 9-6. yüzyıllar arasında önemli bir siyasi güç olarak ortaya çıkan Urartu Devleti de,24 bulunduğu mevkiinin çok sağlam ve ulaşılmaz olması nedeniyle, uzun süre Asur krallarına baş eğmemiştir.

Dikkat edilirse, Anadolu’daki yerleşme merkezleri, dünyanın her tarafında olduğu gibi büyük akarsu ve göl kenarlarına kurulmuştur. Örneğin Hitit Devleti Kızılırmak ve Yeşilırmak nehirlerinin bulunduğu bölgeyi tercih ederken, Urartu Devleti Van Gölü ile Urmiye Gölü arasındaki bölgeyi kendisine yurt olarak seçmiş, Lidya Devleti ise Gediz, Büyük Menderes ve Küçük Menderes nehirlerinin sulamış olduğu sahada kurulmuştur.

Anadolu insanının sosyal ve ekonomik yaşantısı üzerinde, iklim faktörünün de büyük etkileri olduğunu unutmamak gerekir. Bilindiği üzere Anadolu’da birbirinden farklı üç çeşit iklim görülür:
1 -Akdeniz iklimi,
2- Karadeniz iklimi,
3- Karasal iklim.

Akdeniz iklimi, Akdeniz ve Ege bölgelerinde görülür. Bu iklimde yazlar sıcak ve kurak, kışlar ise ılık ve yağışlı geçer. Karadeniz ikliminde ise her mevsim yağışlıdır. Bunda, bölgenin sık ormanlarla kaplı olmasının da büyük rolü vardır. Karasal iklim, Orta, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da görülür. Bu iklimde yazlar sıcak ve kurak, kışlar ise oldukça soğuk geçmektedir. Bundan başka, yaz ile kış ve gece ile gündüz arasındaki sıcaklık farkları da büyüktür.

Görülüyor ki iklim şartları, Anadolu insanına ne yapması gerektiği hususunda bir yön tayin etmiştir. Bu nedenle, Anadolu’da yerleşen siyasal toplulukların hayatı, genellikle tarıma dayanmak mecburiyetinde idi. Çünkü bu devirlerde, henüz denizin nimetlerinden yararlanma yolları bilinmiyordu. Fakat, Anadolu’daki ziraat ekonomisini Mısır ve Mezopotamya ile bir tutmak doğru olmaz. Çünkü, Anadolu nehirlerinin hiçbirisi, Mısır’ın can damarı sayılan Nil nehrinin yaptığını yapamıyordu. Ayrıca Mezopotamya’da olduğu gibi, düz bir araziye kanallar açmak suretiyle sulama yapmak da arızalı bir durum arzeden Anadolu toprakları için söz konusu olamazdı. Bu yüzden, Anadolu sakinlerinin ziraate dayanan ekonomik hayatları, bir yerde yağışlara bağlı idi. Havalar iyi gittiği takdirde bol ürün alınıyor, bunun tersi olursa kıtlık tehlikesi ile karşı karşıya kalınıyordu. Bu sebeplerden dolayıdır ki, Hitit kralları, devamlı olarak sefere çıkmak ve özellikle Münbit-Hilâl Bölgesi’nden25 sağladıkları ganimetle geçinmek yolunu tutuyorlardı. Anadolu’nun ziraate elverişli olmayan dağlık bölgelerinde ise halk, hayvancılıkla geçiniyordu. Nitekim, Van bölgesinde M.Ö. 9.-6. yüzyıllar arasında büyük bir devlet kuran Urartuların da ekonomik hayatı, büyük ölçüde hayvancılığa dayanıyordu.

Anadolu’nun M.Ö. 2. binyıl tarihi, Hititlerin başkenti Hattuşaş başta olmak üzere, Çorum-Ortaköy ve Tokat-Maşat Höyük’ten çıkarılan arşivler sayesinde büyük ölçüde aydınlığa kavuşturulmuştur. Hitit tarihinin aydınlatılmasında Hititlerle çağdaş yaşamış olan Mısır, Mitanni ve Asur devletlerinden kalan yazılı vesikaların da önemli payı vardır.

Anadolu’nun eskiçağlardaki tarihini ele alırken, yukarıda zikrettiğimiz coğrafi faktörleri daima göz önünde bulunduracağız.

2. Anadolu’nun Tarih Öncesi Devirleri


Anadolu’nun en eski kültürleri taş devri kültürleri olup, bunlar da kendi arasında paleolitik, mezolitik ve neolitik devriler olmak üzere üç safhaya ayrılır.

Paleolitik ve mezolitik devirler, bizim “Yontma Taş Devri” dediğimiz devre tekabül eder. Bu iki devir Anadolu’da yaklaşık olarak 400.000 yıl kadar sürmüştür.

Mezolotik devirden sonra, insanlığın eriştiği kültür aşamasına Neolitik (Yeni Taş Devri) devir denilir.26

Neolitik devir, taş devri kültürleri içerisinde bir inkılâp devri olarak kabul edilir. Çünkü bu devirde birtakım yeni keşif ve icatlarla karşılaşılmaktadır. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:

1. Ateş, insanoğlu tarafından kontrol altına alınmıştır.

2. Pişirme tekniği ile seramik imâline başlanmıştır.

3. Ziraat keşfedilmiştir.

4. İlk defa yerleşik hayat başlamıştır.

Görüldüğü üzere, yukarıdaki keşif ve icatların her biri bir diğerinden kaynaklanmıştır. Gerçekten, paleolitik devirlerden beri mevcudiyeti bilinen ateş, neolitik devirde insanoğlu tarafından kontrol altına alınmış ve buna bağlı olarak da, o güne kadar elde yapıldıktan sonra güneşte kurutulan çanak çömlekler, ateşte pişirilmek suretiyle daha sağlam ve daha kullanışlı hale getirilmiştir.

Neolitik devre kadar, yiyeceğini doğadan temin eden insanoğlu, bu devirde ilk defa ekip biçmeye başlamıştır. Ne var ki, bu defa da bir başka problem ortaya çıkmıştı. Çünkü, ekip dikilen tarla ve bahçelerin, yabani hayvanlardan ve dış düşmanlardan korunması gerekiyordu. Bu yüzden, Neolitik devir Anadolu insanı, ekip diktiğini beklemek için, tarla ve bahçelerin kenarlarına küçük kulübeler kurmuştur. Böylece, Neolitik devirde ilk yerleşik hayat, başka bir tabirle köy kültürü başlamış oluyordu.

Anadolu’da M.Ö. 8000-5000 yılları arasına tarihlenen Neolitik devrin en önemli yerleşme merkezleri; Burdur-Hacılar, Konya-Çatalhöyük, Mersin-Yümüktepe, Tarsus-Gözlükule, Diyarbakır-Çayönü, Malatya-Caferhöyük, Beyşehir Gölü çevresindeki Suberde ve Erbaba höyükleri ile Keban Barajı’nın şimdi kaplamış olduğu alandaki höyüklerdir.27

Neolitik devir yerleşim merkezlerinin etrafında sur yoktur. Ancak evler, aralık bırakılmaksızın yanyana inşa edilmek suretiyle, sur yerini tutacak, bir savunma dizgesi meydana getirmiştir.28 Bu evlerin kapıları olmayıp, damın üzerinde açılan bir delikten içeriye iniliyor ve sonra merdiven içeri çekiliyordu.

Neolitik devir seramikleri tek renkli olup, bu devirde yapılan araç ve gereçlerin tümü, yine taş ve kemikten imal edilmiştir. Ancak, bu devir aletleri, paleolitik ve mezolitik devirlerdeki gibi kaba saba olmayıp, perdahlanmışlardı. Bu yüzden, Neolitik devre, "Cilâlı Taş Devri”de denilmektedir.

Anadolu’da neolitik devirden sonra başlayan ve taş aletler yanında az miktarda madenin de kullanıldığı devre, Kalkolitik devir denilir. Kalkolitik tabiri, Hellen dilinde "bakır” anlamına gelen khalkos ile "taş” anlamına gelen lithos’tan türetilmiş olup, "Bakır-Taş Devri” olarak da isimlendirilir. Bu devrin en önemli özelliği, taş aletlerden yine yaygın bir şekilde yararlanılmakla beraber, madenden de yararlanılmaya başlanmış olmasıdır. Bu devirde, yaygın olmamakla beraber, en çok kullanılan maden bakırdır.

Kalkolitik devirde, neolitik devre göre önemli değişiklikler olmamış ise de, bazı gelişmeler tespit edilebilir. Herşeyden önce tarım daha ilerlemiş, araçlar daha gelişmiştir. Dokumacılığın da bu devirde başladığı tahmin edilmektedir. Çömlekler, çömlekçi çarkı henüz bilinmediğinden yine elde yapılmakta, bazı yerlerde ise bunların üstüne kalın bir astar boya çekildikten sonra, geometrik motiflerin çizildiği görülmektedir. Bu devirde ölüler daha ziyade ağzı açık küplere gömülmüş, küpün içerisine ölen kişinin silahları ve eşyaları da konulmuştur.

Kalkolitik devrin bir başka önemli özelliği de, bu devirdeki yerleşim merkezlerinin biraz daha büyümüş olup, bunların etrafının surlarla çevrilmiş olmasıdır. Örneğin Kalkolitik devir Hacılar yerleşmesinin etrafı böyle bir surla çevrilmişti. Demek ki, kalkolitik devir Anadolu insanı, kendisini pek güven içinde hissetmemiş olacak ki, böyle bir yola başvurmuştu. Ayrıca şehir suru, eskiçağda bağımsızlığın bir işareti olarak kabul edilmekte idi.

Anadolu’da yaklaşık olarak M.Ö. 5000-3000 yılları arasına tarihlenen kalkolitik devrin önemli yerleşme merkezleri; Pulur, Canhasan, Beycesultan, Horoztepe, Yümüktepe, Tilmen Höyük, Kusura, Alacahöyük, Büyükgüllücek, Yazır, Alişar ve Fikirtepe höyükleridir.29

Kalkolitik devirden sonra Anadolu’da Tunç Devri başlar. Tunç devri, M.Ö. 3000-1200 yılları arasına tarihlenmekte olup, üç ana bölüme ayrılır:

1. Eski Tunç Devri (M.Ö. 3000-2000)

2. Orta Tunç Devri (M.Ö. 2000-1500)

3. Yeni Tunç Devri (M.Ö. 1500-1200)

Orta Tunç devriyle birlikte Anadolu, tarihi devirlere girmektedir. Zira, Anadolu’ya ticaret yapmak amacıyla gelen Asurlu tüccarlar, beraberlerinde çivi yazısını da getirecekler ve böylece Anadolu’da da tarihi devirlerin başlamasını mümkün kılacaklardır. Dolayısıyla, M.Ö. 2. binyıl başlarından itibaren Anadolu hakkında yeterince bilgi sahibi olabiliyoruz. Bizim için karanlık olan dönem, Anadolu’nun M.Ö. 3000-2000 yılları arasına tarihlenen Eski Tunç Çağı dönemidir. Özellikle bu devrin ilk aşamasını oluşturan ve M.Ö. 3000-2500 yılları arasına tarihlenen dönem hakkında hemen hiçbir şey bilmiyoruz.

Ancak bu ilk dönemde, araç ve gereçlerin yapımında o kadar çok bakır kullanılmıştır ki, bu yüzden arkeologlar, Eski Tunç Çağı’nın bu ilk safhasını “Bakır Çağı” olarak da adlandırmaktadırlar.

Eski Tunç Çağı’nın ikinci aşamasını oluşturan ve M.Ö. 2500-2000 yılları arasındaki dönem ise Anadolu tarihi açısından tam bir dönüm noktasıdır, denilebilir. Zira bu ikinci aşama, Anadolu ile Mezopotamya medeniyetlerinin gerek siyasi, gerek ticari ve gerekse kültürel yönlerden temasa geçtikleri ilk dönemdir.

4. M.Ö. 3. Binyıl Ortalarından İtibaren Anadolu-Mezopotamya İlişkileri ve Türk Krallığı


Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, Eski Doğu üçgenini oluşturan üç medeniyet merkezinden Mısır ve Mezopotamya, M.Ö. 4. binyılın sonlarında, kendilerine has birer yazı icat ederek tarihi devirlere girdikleri halde, Anadolu yazıya ancak M.Ö. 2. binyıl başlarında kavuşabilmiştir. Buna rağmen, M.Ö. 3. binyılın son çeyreğinde (M.Ö. 2250’lerden itibaren) Anadolu’da neler olup bittiğini dolaylı olarak öğrenebiliyoruz. Zira, Mezopotamya’daki Sümer sitelerini teker teker yenerek Mezopotamya’nın ilk siyasal birliğini sağlayan, ardından da İran, Anadolu ve Mısır gibi ülkelere seferler düzenleyerek Eskiçağın ilk sömürgeci imparatorluğu olmayı başaran Akkadlar, Anadolu üzerine düzenlemiş oldukları seferler hakkında bize ayrıntılı raporlar sunmaktadırlar. Bu raporlardan biri, Akkad imparatorlarından Naram-Sin’in M.Ö. 2200’lerde Anadolu’ya yapmış olduğu askeri bir seferi anlatmaktadır. “Şartamhari Metinleri” adıyla anılan bu yazılı raporda,30 adı geçen Akkad imparatorunun Sedir Ormanları’nı (Amanoslar) ve Gümüş Dağları’nı (Toroslar) aşarak Anadolu’ya girdiği ve Hatti kralı Pampa’nın önderliğindeki 17 şehir devletinden oluşan Anadolu koalisyonuna karşı savaştığı anlatılır.

Şartamhari metinlerinin Hattuşaş arşivinde ele geçirilen kopyasının (KBo III, 13 numaralı metin), ilk 7 satırı kırık olup, metin, 8. satırdan itibaren şöyle devam etmektedir:31

8. Bana karşı bütün memleketler isyan ettiler.
9. Guşua kralı Anmanailu, Pakki kralı Bumanailu
10. Ulluwi (Ullama) kralı Lupanailu, sonra.. kralı............inmipailu
11. Hatti kralı Pampa, Kaniş kralı Zipani....kralı Nur-Dagan
12. Amurru kralı Huwaruvaş, Paraşi kralı Tişenki
13. Armanu kralı Mudakina, Sedir dağları kralı İşgippu
14. Larak kralı Ur-Larak, Nikku kralı Ur-Banda
15. Türki kralı İlşu-Nail, Kuşaura kralı Tişkinki
16. Toplam 17 kral, ki onlar savaşa girdiler ve ben onları vurdum
17. Hurrilere karşı bütün orduyu seferber ettim ve sonra (tanrılara) şarap takdim ettim.
18. O zaman savaşçılarıma, binlerce düşman askeri hiç mukavemet etmedi.

Metnin çok bozuk olan arka yüzünde, geceleyin düşman karargâhına bir baskın yapıldığı ve onların yenilgiye uğratıldığı anlatılmakta, alınan ganimetlerden eksik cümleler halinde bahsedilmektedir.

Görülüyor ki bu metin, Anadolu kökenli olmamakla beraber, Anadolu hakkında bilgi veren en eski yazılı vesikadır. Bu metinden anlaşıldığı kadarıyla, M.Ö. 3. binyılın sonlarında Anadolu’da büyük bir devlet yoktu. Ancak, her şehirde küçük bir krallık hüküm sürmekte idi. Aralarında hâkimiyet mücadelesi yaptıklarına şüphe olmayan bu şehir devletleri, dıştan gelen tehlikeler karşısında, içlerindeki en güçlü şehir kralının liderliği altında birleşerek, tek bir güç halinde mücadele etmesini de biliyorlardı. Gerçekten, bu vesikada da belirtildiği üzere, Akkad imparatoru Naram-Sin, 17 Anadolu kralının oluşturduğu koalisyona karşı savaşmış ve onları mağlup etmişti. Bu krallardan biri de metnin 15. satırında geçen Türki kralı İlşu-Nail’di. Burada geçen "Türki” kelimesinin Türk olduğuna şüphe olmadığı gibi, İlşu-Nail ismi de kulağa pek yabancı gelmemektedir.32

Demek ki, günümüzden yaklaşık olarak 4200 yıl önce Anadolu’da değişik ırklardan muhtelif kavimler yaşamakta olup, bunlardan biri de Asya kökenli Türk kavmi idi.33

Öyle sanıyoruz ki, M.Ö. 3500’lerde Sümer Türkleri Mezopotamya’ya yerleşirken, muhtemelen aynı tarihlerde Kafkaslar üzerinden gelen bir başka Türk kütlesi de Doğu Anadolu’ya yerleşerek burada bir şehir devleti vücuda getirmişti ki, bu, yukarıda adı geçen Türki Krallığı idi. Ancak, M.Ö. 4. ve 3. binyıllarda Anadolu’da yazı mevcut olmadığı için, bunların yaşantıları hakkında yeterince bilgi edinemiyoruz. Bereket versin ki, yukarıda sözü edilen çivi yazılı metin (KBo III, 13), hiç değilse M.Ö. 3. binyılın son çeyreğinden itibaren Anadolu’nun siyasal yaşantısına, bu arada dolaylı olarak Anadolu’daki Türk varlığına da ışık tutmaktadır.34

Bu arada okuyucularımızın kafasında meydana gelmesi kaçınılmaz gibi görünen bir meseleye dikkatleri çekmek istiyoruz. Acaba, yukarıda tercümesini verdiğimiz çivi yazılı metnin 13. satırında geçen "Armanu memleketi”nin, bugünkü Ermenilerle herhangi bir bağlantısı var mıdır? Gerçekten ilk bakışta, söz konusu metnin 13. satırında geçen Armanu memleketi kralının (Lugal Kur. Uru Ar-ma-nu), Ermeni kralı olduğu zannedilebilir. Fakat bu, doğru değildir. Çünkü Ermeniler, Doğu Anadolu bölgesine M.Ö. 6. yüzyılın başlarında, yani Urartu Devleti’nin yıkılmasından sonra gelmişlerdir. Öyle sanıyoruz ki onlar, M.Ö. 8. yüzyılda Anadolu’da güçlü bir devlet kuran Friglerin akrabaları idiler. İki asra yakın kabileler halinde başıboş dolaştıktan sonra, Urartu Krallığı’nın yıkılmasını fırsat bilerek, gelip onların topraklarına yerleşmişlerdi. Zira, Ermeni adına ilk defa M.Ö. 6. yüzyılda Pers kralı Darius’un kitabelerinde rastlanıyor. Ermeniler kendilerine hiçbir zaman "Ermeni” dememişler, bilâkis kendilerini "Haikh” (Tekil olarak Hai-Hay) olarak adlandırmışlardır. Ermeni ismi tamamen Pers kralının, bölgenin adına izafeten uydurmuş olduğu bir isimdir. Çünkü bölgeye, M.Ö. 3. binyıldan itibaren Armanu ya da Armenia denilmekte idi. İşte Pers kralı, hegemonyası altında bulunan ve batıdan göçmen olarak gelen bu yabancılara, “Armenia bölgesinde oturanlar” anlamına “Ermeniler” ismini vermişti. Şu hususu da açıklığa kavuşturmakta fayda görüyoruz: Ermeniler, kendilerinden önce bu topraklar üzerinde oturmuş olan Urartuları (M.Ö. 9-6. yüzyıllar) ataları olarak göstermek istemektedirler. Halbuki, yapılan filolojik tetkikler neticesinde, Ermenilerin kullandığı dilin, Hint-Avrupa kökenli dillerden olduğu anlaşılmıştır. Buna karşılık Urartuların dili, M.Ö. 3. binyılda Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde oturan Hurri kavminin diliyle akraba olup, Asya kökenli dillerdendir. O halde, Ermenilerin böyle bir iddiada bulunmaları, tamamıyla yersiz ve yanlıştır. Çünkü, filolojik açıdan, böyle bir görüşün haklılığına asla imkân yoktur.35

O halde şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Anadolu, 26 Ağustos 1071’de kazanılan Malazgirt Zaferi’nden sonra Türk yurdu olmuş değildir. Türkler, günümüzden yaklaşık 4200 yıl önce Anadolu’ya yerleşerek, bu toprakları kendilerine yurt edinmişlerdir.36

Şu noktayı da özellikle vurgulamak istiyoruz: Biz eğer Anadolu’yu, Malazgirt Zaferi’nden sonra yurt edindiğimiz şeklindeki eski bilgileri durmadan tekrar eder ve binlerce yıldan beri bu toprakların bize ait olduğu gerçeğini görmezlikten gelirsek, Rumlar ve Ermeniler başta olmak üzere, pekçok Türk düşmanı ortaya çıkar ve bize: “Mademki siz Anadolu’ya sonradan geldiniz. O halde, geldiğiniz yere (Türkistan/Orta Asya) defolup gidin” diyebilirler. Bu tür yanlışlıklara düşmemek için, tarihimizi çok iyi bilmemiz ve yeni araştırmaları mutlak surette gözden geçirmemiz icap etmektedir.

Bu açıklamaları yaptıktan sonra, tekrar konumuza dönebiliriz. Akkad imparatoru Naram-Sin, Anadolu krallarının oluşturduğu koalisyonu yendikten ve çok sayıda ganimet aldıktan sonra memleketine dönmüştür. Bu ganimetler arasında bakırdan ve gümüşten yapılmış olanlar, çoğunluğu teşkil etmektedir.

O halde, Naram-Sin’in Anadolu üzerine yapmış olduğu bu seferi, bir çeşit keşif seferi olarak değerlendirmek mümkündür. Gerçekten Akkadlar, bu ilk seferde, Anadolu’nun yeraltı ve yerüstü zenginliklerini tanımaya çalışmışlardır. Nitekim, Ur’da bulunmuş olan Akkadça bir metinde: “... (Tanrı) Nergal, kudretli Naram-Sin için yolu açtı ve ona Arman’ı, İbla’yı verdi ve ona Amanus’u ve Sedir Dağı’nı ve Yukarı Deniz’i bağışladı”37 şeklindeki bir ifade ile, yine aynı metnin diğer bir yerinde: “O, Amanus’u, Sedir Dağı’nı itaati altına aldı”38 denilmektedir ki, bu ifadelerden, Akkad imparatorunun, Anadolu’nun zenginliklerini çok çabuk tanıdığı ve vakit kaybetmeden Amanos bölgesini kontrolü altına aldığı neticesini çıkarmak mümkündür. Belki de, Şartamhari metinlerinde adı geçen Sedir Dağı kralı İşgippu, Naram-Sin’in bu kadar kısa zamanda tekrar ülkesi üzerine geleceğini tahmin etmemiş olmalı ki, müttefiklerini yardıma çağıramamıştı. Böylece, inşaatlar için son derece gerekli olan kaliteli sedir, selvi ve şimşir ağaçlarının yetiştiği Amanos bölgesi, Akkad İmparatorluğu’nun hâkimiyeti altına girmişti. Hakikaten, inşaatlar için gerekli temel maddelerin başında yer alan kerestenin, Mezopotamya’da mevcut olmadığı gerçeği göz önünde bulundurulursa, Amanos ve Sedir Dağları’nın, Mezopotamya ekonomisi için ne kadar önemli olduğu, daha iyi anlaşılır.

Anadolu, Amanos bölgesini Akkadların lehine kaybetmekle, güneydoğu sınırındaki güvenliğini de tehlikeye sokmuş oluyordu. Gerçekten, Amanos geçitleri Akkadların eline geçtiği için, Mezopotamya kavimleri, diledikleri zaman Anadolu içlerine rahatlıkla girebilirlerdi.39

Nitekim, Akkad İmparatorluğu yıkıldıktan (M.Ö. 2150) sonra bile, Mezopotamya’da oturan kavimlerin Amanosları ellerinde tuttuklarını ve bu bölgenin ormanlarından yararlandıklarını gösteren belgeler vardır. Bu cümleden olmak üzere, Mezopotamya’daki II. Lagaş Sülalesi’nin güçlü kralı Gudea’nın (M.Ö. 21. yüzyıl) Amanos dağı ile ilgili iki metnine dikkat çekmek istiyoruz.

Bu metinlerden birincisi "A-Silindiri” adı ile tanınmakta olup, söz konusu metnin bir yerinde aşağıdaki kayıt mevcuttur: "Tanrı Ningirsu’nun En-rahibi Gudea, (o zamana kadar) hiç kimsenin girmemiş olduğu Sedir Dağı’na yol yaptı. Onun (= Sedir Dağı’nın) sedir ağaçlarını büyük baltalarla kesti. Sedir salları devasa yılanlar gibi Sedir Dağı’ndan nehrin suyu (istikametinde) aşağıya akıyordu.”

Gudea’nın "B Heykeli Yazıtı” olarak bilinen ikinci metni ise şöyle başlar: "O (=Gudea), Tanrı Ningirsu tapınağını inşa ederken, onun sevgili kralı Ningirsu, ona (Gudea’ya) Yukarı Deniz’den Aşağı Deniz’e kadar (bütün) yolları açtı. Amanos’da, Sedir Dağı’nda 60 kübit uzunluğundaki sedir kütüklerinden, 50 kübit uzunluğundaki sedir kütüklerinden (ve) 25 kübit uzunluğundaki KU ağacı kütüklerinden müteşekkil sallar kurdu...”40

Gudea’nın bu metinlerinden, Lagaş’ta inşa edilen binalar için Amanos Dağı’ndan sedir ağacının getirtildiği ve sedir kütüklerinin nehir suyundan (Fırat) yaralanılarak, Güney Mezopotamya’ya nakledilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Lagaş’a 1100 kilometre uzaklıkta olan Amanosların, Mezopotamya ekonomisi için taşıdığı önem, böylelikle bir kez daha, açık ve net bir biçimde, ortaya çıkmaktadır.

M.Ö. 3. binyılda Akkadların seferleri ile başlayan Anadolu-Mezopotamya ilişkileri, M.Ö. 2. binyılda da bütün hızıyla devam edecektir.

Ancak hemen belirtelim ki, M.Ö. 2. binyılda Anadolu’da yaşayan Hititlerin vesikalarında da kendilerinden önceki kavimler hakkında ayrıntılı bilgiler verilmektedir. Gerek Hitit vesikalarından, gerekse M.Ö. 3. binyıl sonlarından itibaren Anadolu ile ilgilenen Akkadların vesikalarından öğrenildiğine göre, M.Ö. 3. binyıl Anadolusu’nda, bir başka ifade ile Eski Tunç devri Anadolusu’nda şu kavimler oturmakta idiler: Hattiler, Luwiler ve Hurriler. Bu kavimlerden Hattiler Orta Anadolu’da, Luwiler Akdeniz sahilleri ile Batı Anadolu bölgesinde, Hurriler ise Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşamakta idiler. Adı geçen kavimlerden Hattiler ile Luwiler, konuştukları dil itibariyle, Hint-Avrupa kökenli idiler. Buna karşılık Hurriler, Türkçeye akraba bir dil konuşmakta olup, Asya kökenli idiler. İşte bu yüzdendir ki, Hurrileri biraz daha yakından takibetmemiz gerekmektedir.

5. Anadolu’da Bir Türk Kavmi: Hurriler41


Mezopotamya’da büyük bir imparatorluk vücuda getiren Sâmi kökenli Akkadların vesikalarından öğrenildiğine göre, M.Ö. 3. binyılın sonlarında Mardin merkez olmak üzere Güneydoğu Anadolu Bölgesi ile Kuzey Mezopotamya’daki Musul ve Kerkük dolaylarında Hurriler adıyla anılan bir kavim oturuyordu. Hurri dili üzerinde yapılan filolojik tetkikler, bu kavmin dilinin Asya kökenli dillerden olduğunu ortaya koymuştur. Ayrıca bu dilin, M.Ö. 9-6. yüzyıllar arasında Doğu Anadolu’da güçlü bir devlet kuran Urartu kavminin diline benzediği, bir başka deyişle M.Ö. 1. binyılda karşımıza çıkan Urartularla M.Ö. 3. binyıl Akkad metinlerinden tanıdığımız Hurrilerin akraba oldukları tespit edilmiştir.

Demek oluyor ki, M.Ö. 3. binyıl Anadolu kavimlerinden biri de, Güneydoğu Anadolu’da oturan ve daha sonraları Kuzey Mezopotamya ve Kuzey Suriye’ye kadar sirayet eden Hurrilerdi. Ancak, Doğu Anadolu Bölgesi’nde yapılan arkeolojik kazılar ve yüzey araştırmaları neticesinde ele geçirilen buluntulardan, M.Ö. 6000-5000 yılları arasına tarihlenen Neolitik devir kültürü ile M.Ö. 5000-3000 yılları arasına yerleştirilen Kalkolitik devir kültürünün de Hurrilere ait olduğu anlaşılmıştır. Hattâ, M.Ö. 3. binyıla tarihlenen Eski Tunç Çağı kültürü ile Kalkolitik ve Neolitik devir kültürleri arasında hiçbir kopukluğun olmadığı tespit edilmiştir. Bu da bize gösteriyor ki, arkeolojik buluntulara göre hüküm vermek gerekirse, Doğu Anadolu Bölgesi’ndeki Hurri kültürünün kökleri, günümüzden 8000 yıl öncesine dayanmaktadır. Bir başka ifade ile Proto-Türk kavimlerinden biri olarak kabul ettiğimiz Hurriler, Anadolu’nun en eski sahiplerinden biridir.

Yazılı belgelere göre, M.Ö. 3. binyılın 2. yarısından itibaren tarih sahnesine çıkan, fakat arkeolojik buluntulara göre, Doğu Anadolu Neolitik ve Kalkolitik kültürlerinin de sahibi olan Hurriler, M.Ö. 2. binyıl Ön Asya tarihinde de önemli roller oynamışlardır. Gerçekten, yazılı kaynaklardan anlaşıldığı kadarıyla, özellikle M.Ö. 18. yüzyıldan itibaren birtakım Hurri memleketlerinden söz edilmektedir. Bunlardan birisi, asıl Hurri devletinin bulunduğu bölgedir ki, burası Van Gölü’nden itibaren Kızılırmak ve Yeşilırmak’ın Karadeniz’e döküldüğü yerlere kadar uzanan ülkedir. Geniş manada Hurri ülkeleri sahası; kuzeyde Kafkaslar’dan güneyde Suriye ve Yukarı Mezopotamya’ya, batıda Toroslar’dan doğuda Zağros dağlarının ötesindeki Urmiye Gölü’ne kadar uzanıyordu. Burası öyle bir sahadır ki, sözü edilen devirde, arkeolojinin tespitine göre, Sümer ve Babil kültürü dışında tamamıyla yeni ve homojen bir yapı arz etmektedir. Ancak bu dağlık sahalarda henüz yeterli derecelerde araştırmalar yapılmamış olduğundan, yazılı belgeler çok azdır. Bununla beraber, M.Ö. 2. binyılın ilk yarısında Hurrilerin merkezi bölgesinin Van Gölü sahası olduğu anlaşılmaktadır.

M.Ö. 1950-1750 yılları arasına tarihlenen Kültepe Çağı (Asur Ticaret Kolonileri Devri) metinlerinde az miktarda Hurri şahıs isimlerine rastlanıldığı gibi, Orta Fırat Bölgesi’ndeki Mari arşivinde de Hurca dinî tabletler bulunmuştur. Bu sonuncular, Hammurabi devrine (M.Ö. 1728-1686) aittirler. Dicle’nin doğusunda, Kerkük yöresindeki Arrapha-Nuzi metinlerinde Hurri şahıs adlarına, Tel Açana’da (Hatay bölgesi) yapılan kazılarda da Hurri sanat eserlerine rastlanmıştır. M.Ö. 2. binyılın ortalarında Hitit vesikalarında "Kizzuwatna” olarak gösterilen Doğu Kilikya’da da (Çukurova ve Amik Ovası), Hurrilerin hâkim bir rol oynadıkları anlaşılmaktadır.42

Belgelerden öğrenildiğine göre, Eski Ön Asya’daki Hurri-Mitanni Devleti’nin43 sınırları doğuda Kerkük’ten batıda Akdeniz’e kadar uzanmaktaydı. M.Ö. 1550-1350 yılları arasında Ön Asya’nın en kudretli devletlerinden biri olan Hurri-Mitanni Devleti’nin başkenti, bugünkü Urfa-Ceylanpınarı ile idantifiye edilen Vaşşugani şehri idi.

Eski ve Orta Hitit devletleri zamanında (M.Ö. 1700-1450) Güneydoğu Anadolu’da yer almış olan Hurriler, I. Hattuşili’nin batıya sefer yaptığı bir sırada başkent Hattuşaş dışında kalan bütün Hitit ülkesini işgal etmek suretiyle büyük bir askeri ve siyasi üstünlük göstermişlerdir. Fakat şunu belirtmek lâzımdır ki, Hurrilerin kültürü, özellikle dini inançları, Hititleri çok etkilemiştir: Hattuşaş kazılarında ortaya çıkarılan bazı dini metinlerin Hurri diliyle yazılmış oldukları görülmüştür. Hititler pekçok Hurri tanrısını benimseyip kabul ettikleri gibi, bazı Hitit kralları da Hititçe adlarının yanı sıra Hurrice isimler de almışlardır. Örneğin Hititler, Hurrilerin baştanrısı Teşup ve onun eşi Hepat’ın adlarını Hurri dilindeki biçimleriyle kullanıyorlardı. Hurri kökenli Kumarbi Efsanesi ve diğer birçok efsane ve destanlar, Hitit mitolojisi ve edebiyatına girerek, kültürel alanda geniş ve derin tesirler yapmıştır. Nitekim dini tesirler altında bir kısım Hitit kral ve kraliçelerinin Hurrice isimler taşımış olmaları, bu hususun en kuvvetli delilleri olsa gerektir.44

M.Ö. 2. binyılın ortalarında Hurri-Mitanni Devleti, Eski Ön Asya’nın en kuvvetli siyasi güçlerinden biri iken, Şuppiluliuma’nın seferleriyle kudretini kaybederek, Hititlere bağlı ve Asur’a karşı tampon bir ülke haline getirilmiştir. M.Ö. 1200’lerde cereyan eden Ege Göçleri neticesinde ise hem Hitit İmparatorluğu, hem de Mitanni Devleti, tarih sahnesinden çekilmişlerdir. Fakat bu, Hurrilerin etnik olarak Anadolu’dan tamamen silindiklerine işaret etmez. Tam tersine onlar, M.Ö. 1. binyılda Van Gölü ve civarında Urartular adıyla tekrar karşımıza çıkacaklardır.

6. Urartular


Urartu dili üzerinde yapılan filolojik tetkikler göstermiştir ki, bu dil, Hurri dilinin bir devamı olup, Asya kökenli dillerdendir.45

Van bölgesinde kazı ve araştırmalar yapan Prof. Dr. Afif Erzen, Prof. Dr. M. Taner Tarhan, Prof. Dr. Oktay Belli, Prof. Dr. Veli Sevin ve daha birçok Türk bilim adamının gayretleriyle Urartu tarihini aydınlatacak yazılı ve arkeolojik belgeler ortaya çıkarılmıştır. Ayrıca çağdaş Asur krallarının bırakmış olduğu kitabeler de bu konuda bize yardımcı olmaktadır.

Söz konusu yazılı belgelerden öğrenildiğine göre Urartular, M.Ö. 13. yüzyılın başlarından M.Ö. 9. yüzyılın ortalarına kadar "Nairi” ve "Uruatri” adlarını taşıyan iki ayrı konfederasyonun çatısı altında küçük beylikler halinde yaşamışlardır. Bu döneme, "Urartu’nun Proto Tarihi” denilmektedir.46 Prof. Dr. Taner Tarhan ise, söz konusu devri "Urartu’nun Arkaik Çağı” olarak isimlendirmektedir.47 Bu toplumların ırkî kökenleri, yukarıda da belirttiğimiz gibi, M.Ö. 3. binyılda Anadolu’da yaşayan Hurri kavimlerine dayanmaktadır. M.Ö. 13. yüzyılda, gelecekteki Urartu Devleti’nin temellerini oluşturan "Uruatri” ve "Nairi” adlarını taşıyan iki büyük siyasi birliğin, "Feodal Beylikler Konfederasyonu” şeklinde tarih sahnesine çıkmasının en başta gelen sebebi, Asur tehlikesi idi.

Gerçekten, M.Ö. 2. Binyılda Kerkük civarı merkez olmak üzere, Kuzey Mezopotamya’ya hakim olan Hurri-Mitanni Devleti’nin,48 Hitit kralı I. Şuppiluliuma tarafından yıkılması ve parçalanması neticesinde, bu politik güç tarih sahnesinden çekilmiş, Asur kralı I. Salmanassar (M.Ö. 1274-1245) da, varlığını devam ettirmeye çalışan bu devletin kalıntısına son darbeyi indirmişti.49 M.Ö. 13. yüzyılın sonlarında cereyan eden Ege Göçleri50 ise, bu tampon devletin tamamen ortadan kalkmasına neden olmuştu. Bu olayla birlikte Ön Asya’nın siyasi dengesi bozulmuş ve göçlerin yıkıcı etkisinden, coğrafi konumunun uzaklığı dolayısıyla kurtulan Asur Devleti, Ön Asya dünyasında yeni bir “Süper Güç” olmak için çaba sarfetmeye başlamıştı.51 Şayet bunu gerçekleştirebilirse, tarihi boyunca değişmez bir doktrin olarak gönlünde yaşattığı Doğu Akdeniz bölgesini ve ticaretini ele geçirdiği gibi, Anadolu topraklarının zenginliklerine de yeniden kavuşabilirdi.52 Bu doktrine işlerlik kazandırabilmek için, her şeyden önce ekonomik yönden güçlü olmak gerekiyordu. Ekonomik yönden güçlü olmak için de, ilk aşamada, Asur’a daha yakın olan Doğu Anadolu’nun madenlerine sahip olmak ve onları işletmek, yapılabilecek en akıllıca işti. Ayrıca bu bölgede oturan kavimler vergiye bağlanarak iyi bir gelir temin edilebilirdi. Doğu Anadolu üzerine yapılan seferlerle ilgili Asur kaynakları incelendiğinde görülecektir ki, bu seferlerin kökeninde ekonomik nedenler yatmaktadır. İşgale yönelik devamlı ve kalıcı bir Asur egemenliğinden söz etmek mümkün değildir. Böylece, bu tarihe kadar aralarında herhangi bir siyasi birlik bulunmayan Doğu Anadolu’daki bağımsız “Feodal Beylikler” güneyden gelen bu yeni tehlike ile karşı karşıya kalmışlardı. Bu tehlike onları, aralarında birleşerek güç birliği yapmaya zorlamış ve “Uruatri”, kısa bir zaman sonra da “Nairi” adı altında tarih sahnesinde yerlerini almışlardı. Bu olay, M.Ö. 13. yüzyıldan itibaren, Asur etkisine yönelik, bilinçli bir karşı tepki olarak yorumlanabilir.53

Asur Devleti, Anadolu’yu her bakımdan ele geçirmeyi plânladığı M.Ö. 11. yüzyıl ortalarında hiç ummadığı yeni bir tehlike ile karşı karşıya kalmıştır. Bu tehlike, Arâmi Göçleri’dir. Eski Çağ tarihinde Sâmi orijinli kavimlerin üçüncü büyük göç hareketi olan Arâmi Göçleri nedeniyle, Asur kralları bütün güçlerini bu göç hareketini engellemeye vakfetmişlerdi. Bunun doğal bir sonucu olarak, M.Ö. 11. yüzyıl ortalarından M.Ö. 9. yüzyıl ortalarına kadar, Asur kralları, Doğu Anadolu ile ilgilenmeye pek vakit bulamamışlardı. Bu ise Uruatri ve Nairi konfederasyonlarının işine yaramış, giderek güçlenmelerini ve hâkimiyet sahalarını genişletmelerini mümkün kılmıştı.

Uruatri ve Nairi feodal beyliklerinin veya kabilelerinin birleşmek suretiyle bir devlet meydana getirmeleri, M.Ö. 9. yüzyılın ortalarında olmuştur. I. Sarduri (M.Ö. 840-830), “Birleşik Urartu Devleti’nin gerçek kurucusudur.”54 Başkent Tuşpa (bugünkü Van) da, bu kral tarafından kurulmuştur. Bundan sonra Urartu tahtına İşpuiniş ve Menua adlı krallar çıkmıştır.

Menua, askeri başarılarının yanısıra imar faaliyetlerinde de bulunmuş, stratejik önemi haiz noktalara kaleler inşa ettirmiş, bu kaleleri birbirine bağlayan yollar yaptırmıştır. Ayrıca bugün “Şamran Suyu” olarak bilinen ve Van’ın içme suyunu taşıyan su kanalı da Menua tarafından inşa ettirilmiştir. 51 kilometre uzunluğundaki bu kanal, Urartu su mühendisliğinin gerçek bir şaheseridir.55

Menua’dan sonra Urartu tahtına oğlu I. Argişti, I. Argişti’den sonra da onun oğlu II. Sarduri (M.Ö. 764-735) geçmişlerdir. II. Sarduri zamanında Urartu Devleti en geniş sınırlarına ulaşmış, Ön Asya dünyasının en güçlü krallığı haline gelmiştir. Ancak, Urartu kralı I. Rusa’nın M.Ö. 714 yılında Asur kralı II. Sargon’a yenilmesinden ve bütün devlet hazinesinin Asurluların eline geçmesinden sonra Urartu Devleti ekonomik yönden zayıflamış, ekonomik güçsüzlük siyasi zayıflığı da beraberinde getirmiştir. Tam bu sıralarda Kafkaslar üzerinden Doğu Anadolu’ya giren Kimmer ve İskit kavimleri de Urartu’nun zayıf düşmesinde yardımcı faktör olarak rol oynamış olabilir.56

I. Rusa’ya II. Argişti, ona da II. Rusa halef olmuştur. II. Rusa zamanında (M.Ö. 685-645), Urartu Devleti bir rönesans dönemi yaşamış, geniş çaplı imar faaliyetlerinin yanında, idari ve ekonomik alanda da yeni hamleler yapılmıştır. Urartu Devleti, son yarım yüzyıl içinde devamlı mücadele vermek zorunda kaldığı büyük rakibi Asur ile yaptığı savaşlar ve hemen ardından Kafkaslar üzerinden gelen Kimmer akınları sebebiyle çeşitli yörelerde çok miktarda toprak ve insan kaybına uğramıştır. Aynı devirde ortaya çıkan ve Asur hudutlarını tehdit eden İskit tehlikesi ise Urartu’yu kısa bir müddet için de olsa Asur tehlikesinden uzak tutmuştur. Üstelik, II. Sargon’dan (M.Ö. 722-705) sonra Asur, kuzey politikasını gevşetmiş, Batı’ya ağırlık vermiştir. İşte bu fırsattan yararlanan II. Rusa, büyük insan kayıplarına uğramış olan ülkesinin bu açığını kapatmak amacıyla değişik bir metod kullanarak, yeni bir iskân ve nüfus politikası uygulamıştır. Kral, ekonomik hamleler için gerekli boş toprakları işlemek ve buna paralel olarak yeni şehirler, ticarî ve askerî merkezler kurabilmek için yeterli insan gücünü temin maksadıyla yeni ve dinç toplumların oluşmasını zorunlu görmüştür. Bunun için gerekli olan halk kitleleri, çeşitli komşu ülke ve bölgelerden sağlanarak, Urartu topraklarına yerleştirilmişlerdir. Örneğin Manna bölgesinden kadınların, Halitu yöresinden (Halizonlar Ülkesi) erkeklerin, Muşki ve Hate ülkelerinden de yeni halk topluluklarının, Urartu ülkesine getirilip iskân edildiklerini kaynaklar bildirmektedir.57

II. Rusa’nın ölümünden sonra iktidara gelen III. ve IV. Sarduri isimli krallardan sonra Urartu Devleti, etkinliğini büyük ölçüde yitirmiştir. M.Ö. 7. yüzyılın ikinci yarısında Asur Devleti de giderek eski gücünü kaybetmiş ve gittikçe büyüyen Med tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır. Nitekim, başlangıçta Asur’un müttefiki olan İskitler, bu defa Medlerle işbirliği yaparak, M.Ö. 612 yılında Asur Devleti’ne son vermişlerdir.58 Daha sonra İskitler, Urartu üzerine yürümüşler ve M.Ö. 609 yılında, bu devleti kesin olarak ortadan kaldırmışlardır.

C. Anadolu’dan İtalya’ya Uzanan Köprü: Etrüskler (Tursakalar)


Eski İtalya’da Roma tarihinin seyrini iyi takip edebilmek için, öncelikle Etrüskler denilen kavmi daha yakından tanımak icap etmektedir. Çünkü Etrüskler İtalya’ya şehir kültürünü getirdikleri gibi, Roma’dan çok önce İtalya’da siyasi egemenlik kurarak, yarımadanın kaderi üzerinde önemli bir rol oynamışlardır. Bütün bunlar bir yana, Etrüsk medeniyeti, Roma medeniyetinin de temellerini oluşturmuştur.

Hellenlerin Tyrsenler veya Tyrrhenler, Romalıların da Tuscalar veya Etrusclar dediği, fakat kendilerini Rasenna adıyla anan bu kavim, İtalya’ya nereden ve ne zaman gelmişti? Daha önceki dönemlere ait kaynaklarda adları geçiyor muydu? Irkî kökenlerini tespit edebilmek için elimizde ne gibi deliller var? Bu soruların cevabını verdikten sonra, adı geçen kavmin tarihini, belgelerin ışığında, ana hatlarıyla gözler önüne sermeye çalışacağız.

Bilindiği üzere, M.Ö. 13. yüzyılın ikinci yarısında, dünya tarihinin ilk Boğazlar Savaşı cereyan etmiştir. Bu savaş, Doğu ve Batı dünyalarını karşı karşıya getiren ilk büyük mücadeledir. Hemen herkesin tahmin ettiği gibi, bu savaş, Homeros’un İlyada adlı destanının da konusunu teşkil eden Troya savaşlarıdır.59 Arkeolojik bulgulara göre, M.Ö. 1240-1230 yılları arasında, Anadolu kökenli Troyalılarla Yunanistan’dan gelen Akalar arasında cereyan eden bu mücadeleyi Akalar kazanmışlardı.

Fakat ne var ki Akalar, Troyalıları mağlup etmelerine rağmen, Troya bölgesine ve dolayısıyla Boğazlara egemen olamamışlardı. Çünkü, Troya savaşlarından hemen sonra Ön Asya dünyasını altüst eden büyük bir göç hareketi başlamıştı.

Ugarit ve Mısır vesikalarından öğrenildiğine göre, Ege Göçleri denilen bu büyük göç hareketi, iki aşamada cereyan etmişti. Birinci aşama M.Ö. 13. yüzyılın son çeyreğine (M.Ö. 1225-200) tarihlenirken, göçlerin ikinci aşaması M.Ö. 12. yüzyılın başlarına tarihlenmektedir.60 Tamamen ekonomik nedenlerle başlayan Ege Göçleri’nin birinci aşamasına katılan kavimlerin adlarını, Mısır firavunu Merneptah’ın yazdırmış olduğu Karnak Kitabesi’nden öğreniyoruz. Bu kavimler; Ekweşler,61 Turşalar,62 Rukkular,63 Şerdanalar64 ve Şekeleşler’di.65 Firavun Merneptah, Mısır kapılarına dayanan bu kavimleri mağlup etmişti. Yukarıda adları geçen kavimlerden Ekweşler Akalarla, Turşalar da Troyalılarla idantifiye edilmektedirler. Yani, Troya savaşlarında karşı karşıya gelen iki kavmi, birden bire Ege Göçleri adı verilen muhacerat hareketinin içerisinde görmekteyiz.

Ege Göçleri’nin ikinci aşaması hakkında bilgi veren en önemli vesika, firavun III. Ramses’in 8. idare yılına (M.Ö. 1190) tarihlenen Medinet-Habu Zafer Kitabesi’dir. Söz konusu kitabede, adı geçen firavun, Egeli kavimler üzerinde mutlak bir galibiyet elde ettiğini belirtmekte, ardından da mağlubettiği kavimlerin adlarını sıralamaktadır. Bu kavimler şunlardır: Pelestler, Turşalar, Şerdanalar, Şekeleşler, Zakkariler, Danunalar ve Vavaşlar.

Görüldüğü üzere, Troyalılar’la idantifiye edilen Turşalar, göçlerin bu ikinci aşamasına da katılmışlardır. Fakat hemen belirtelim ki, III. Ramses tarafından mağlup edilen bu kavimlerin bir kısmı, Mısır kapılarına yakın yerlere, firavuna tâbi olmak ve vergi ödemek şartıyla yerleştirilirken, bir kısmı da yurtlarına geri dönmüşlerdir. Yurtlarına dönmek zorunda kalan kavimlerden biri de Troyalılardır, yani Turşalardır.

Burada hemen belirtelim ki, Ege Göçleri neticesinde M.Ö. 2. binyılın büyük devletleri arasında yer alan Hitit, Mitanni ve III. Babil (Kaslar) Devletleri, tarih sahnesinden çekilmişlerdir.

Troyalılar bir müddet Batı Anadolu’da oturduktan sonra, deniz yoluyla İtalya’ya göç etmişlerdir. Fakat bu göç, iki aşamada gerçekleşmiş gibi görünmektedir. Arkeolojik buluntulardan anlaşıldığına göre, bu göçlerin birinci aşaması M.Ö. 10. yüzyılda, ikinci aşaması ise M.Ö. 8. yüzyılda cereyan etmişti. Troyalıların İtalya kıyılarına ayak bastıkları bu ikinci göç hareketinin cereyan ettiği sıralarda Avrasya steplerinden gelerek Kafkaslar üzerinden Doğu Anadolu’ya giren iki Türk kavmi ile karşılaşıyoruz. Bunlar, Kimmer ve İskit kavimleridir.66 Kimmerler, Anadolu’da Frig Devleti’ni yıkarak yaklaşık bir asır bu ülkede egemen olmuşlar, sonra da Lidyalılar tarafından ortadan kaldırılmışlardır. İskitler ya da diğer adıyla Sakalar denilen Türk kavmi ise 28 yıl Doğu Anadolu’ya hükmettikten sonra, Kimmerlerin boşalttığı Güney Rusya’ya yerleşerek orada Büyük İskit İmparatorluğu’nu vücuda getirmişlerdir. Fakat bir kısım Sakalar, Güney Rusya’ya dönmek yerine batıya doğru yürümeye devam ederek, Anadolu’yu baştan başa geçtikten sonra deniz yoluyla İtalya’ya gelmişlerdir.

İşte Sakaların bu grubu ile daha önceden İtalya’ya göç etmiş olan Batı Anadolulu Troyalılar İtalya’da karışıp kaynaşarak, bizim Etrüskler yada Tursakalar dediğimiz kavmi meydana getirmişlerdir. Bir başka deyişle, Etrüskler adı verilen kavim, Troyalılar ile Sakaların birleşmesiyle oluşmuş yeni bir Türk topluluğudur. Dolayısıyla bu yeni kavmin kökeni hem Anadolu’ya hem de Orta Asya’ya dayanmaktadır. Onların Orta Asya kökenli olduğunu gösteren başka deliller de vardır. Bunlardan biri, kurt motifidir. Romulus ve Romus kardeşleri emziren dişi kurt motifi, belli ki, Etrüsklerin Orta Asya ile irtibatlı olduklarının en önemli işaretidir. Etrüsk krallarının asalarında yer alan kartal motifinin de Asya kökenli olduğuna şüphe yoktur. Zira çift başlı kartala tarihte ilk kez Sümerlerde rastlanmaktadır ki, daha önceki sayfalarda, Sümerlerin Mezopotamya’ya Orta Asya’dan geldiklerine işaret etmiştik. Sümer çivi yazısı ile yazılmış tabletlerde "imdigud” denilen çift başlı kartal, Orta Asya Türklerinden olan Göktürklerde ve daha sonraları Selçuklularda da görülmektedir ki, bütün bu kavimlerin kökeni aynı yere dayanmaktadır. Dolayısıyla Etrüskleri oluşturan iki toplumdan (Troyalılar+Sakalar) en azından birinin (Sakalar), Orta Asya kökenli olduklarına şüphe kalmamaktadır. Etrüsklerin Türk olduklarına işaret eden bir başka delil de, kırmızı rengin, bütün Türklerde olduğu gibi, Etrüsklerde de kutsal renk olarak kabul edilmesidir.67 Kabartmalar üzerindeki Etrüsk tasvirleri de, bu insanların, tıpkı Türkler gibi orta boylu, geniş omuzlu ve yuvarlak kafalı olduklarını ortaya koymaktadır.

Görülüyor ki, Etrüsklerin Türk kökenli bir kavim olduğunu kabul etmemek için hiçbir neden yoktur.

Etrüsk tarihine gelince; yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, M.Ö. 10. ve M.Ö. 8. yüzyıllarda olmak üzere iki göç dalgası halinde İtalya’ya gelen Etrüskler önceleri Tiber Irmağı’nın sağ sahili ile Arnus Irmağı’nın sol sahili arasında kalan bölgeye yerleştiler. Buraya onların adlarına izafeten Etruria veya Toscana denilmektedir. Etrüsklerin doğrudan doğruya buraya gelmelerinde belki de buraların maden özellikle de bakır bakımından zenginliği rol oynamış olabilir. Herhalde gemici ve muharip kişiler olarak buralara gelen Etrüskler, bölgenin yerli ahalisini de kendilerine tâbi kılmışlar ve bunların efendileri olarak birlikte yaşamaya başlamışlardı.68

Etrüskler, o zamana kadar köy kültürünü yaşamakta olan İtalya’ya, Anadolu ve Ege kıyılarının şehir kültürünü getirmişlerdir. Çağdaş kavimlerden çok daha yüksek bir hayat standardına sahip olan Etrüskler, kısa zamanda bölgedeki diğer kavimleri egemenlikleri altına almışlardır.

Etrüskler İtalya’ya sadece şehir hayatını getirmekle kalmamış, ziraati ve madenciliği de geliştirmişlerdir. İtalya’da bağcılığı ve zeytinciliği bunların ilerlettiği söylenmektedir. Deniz ticaretini de kısa zamanda geliştiren Etrüskler, uzun müddet Akdeniz ticaretini ellerinde tutmuşlardır.

M.Ö. 509 yılında Roma’da krallık rejimi yıkılıp cumhuriyet dönemi başlayıncaya kadar iş başında kalan krallar, Etrüsk krallarıdır. Etrüskler, bu tarihten itibaren siyaset arenasından çekilmekle beraber, etnik olarak varlıklarını yüzyıllar boyunca sürdürmüşlerdir. Özellikle Roma medeniyeti üzerindeki Etrüsk gölgesi hiçbir zaman ortadan kalkmamıştır.

Sonuç


Orta Doğu’nun eski çağlardaki durumunu ortaya koyarken, Orta Doğu’da meydana getirilmiş medeniyetler içerisindeki Türk izlerini, kaynakların ışığında gözler önüne sermeye çalıştık. Bu bilgiler ışığında sonuç olarak şunları söyleyebiliriz:


  1. Zannedildiği gibi tarihte bilinen en eski Türk kavmi Hunlar olmadığı gibi, Türk tarihi de Hunlarla başlamaz. Görüldüğü üzere, dünyanın çeşitli coğrafyalarında egemen olmuş olan ve değişik adlarla anılan Türk devlet ve topluluklarının mevcudiyeti çivi yazılı kaynaklardan öğrenilmektedir
  2. Tarihimizde kurduğumuz devletler arasında, “Türk” adını taşıyan ilk siyasi teşekkül, Göktürk Devleti değildir. Akkad çivi yazılı belgelerinden öğrenildiğine göre, günümüzden yaklaşık 4200 yıl önce Doğu Anadolu’da kurulmuş olan Türk Krallığı, “Türk” adını taşıyan en eski Türk devletidir.
  3. M.Ö. 2. binyıl başlarına ait Asur çivi yazılı kaynaklarında sık sık “Turukkular” adı verilen bir kavimden bahsedilmektedir ki, burada da “Türk” adını açıkça görmek mümkündün.
  4. Sümerlerin gerek filolojik, gerek antropolojik, gerek teolojik ve gerekse arkeolojik belgelerle, en eski Türk kavimlerinden biri oldukları, bugün artık bilinmektedir. Dolayısıyla, tarihi devirlerin başlamasını mümkün kılan yazıyı icat etme şerefi de, bu Türk grubuna aittir.
  5. Mezopotamya’da M.Ö. 2350-2150 yılları arasında büyük bir imparatorluk kurmuş olan Sâmi orijinli Akkadları yıkan Gutilerin ya da diğer adıyla Gudların Guzlar yani Oğuzlar olduğu, dolayısıyla Oğuz Türklerinin tarihinin günümüzden binlerce yıl öncesine dayandığı da, kuvvetle muhtemeldir.
  6. Mezopotamya medeniyetinde rol oynamış kavimlerden Kasların ve Elamların da Türklerle akraba oldukları, çünkü bu iki kavmin de, Türkçeye yakın ve hattâ aynı dili konuştukları, filolojik delillerle ortaya konmuştur.
  7. Anadolu, 26 Ağustos 1071’de kazanılan Malazgirt Zaferi’nden sonra Türk yurdu olmuş değildir. Anadolu’da M.Ö. 6. binyıldan itibaren Türk kültürünün izlerini görmek mümkündür. Çünkü, yazılı kaynaklara göre, M.Ö. 3. binyıldan itibaren Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaşadıkları anlaşılan Hurrilerin Türk kökenli oldukları anlaşıldığı gibi, bölgede M.Ö. 5000-3000 yılları arasına tarihlenen Kalkolitik kültür ile M.Ö. 6000-5000 yılları arasına tarihlenen Neolitik kültürün de Hurri Türklerine ait olduğu tespit edilmiştir.
  8. M.Ö. 9.-6. yüzyıllar arasında Van Gölü ile İran’daki Urmiye Gölü arasındaki toprakları yurt edinerek, burada güçlü bir devlet kuran Urartular da Hurrilerin torunları olup, bölgedeki Türk varlığını devam ettirmişlerdir.
  9. Anadolu’dan İtalya’ya göç eden Troyalılar ile Avrasya’dan İtalya’ya gelen Saka Türkleri, İtalya’da karışıp kaynaşarak Etrüskler ya da Tursakalar adı verilen kavmi meydana getirmişlerdir ki, Roma medeniyeti, bu Türk kavmine her bakımdan çok şey borçludur.
  10. Bu bilgiler ışığında şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Orta Asya, Türklerin yegane anayurdu değildir. Anadolu da Türklerin en eski vatanlarından biridir. Bizler Anadolu’ya sonradan gelmediğimizi, tam tersine binlerce yıldan beri bu topraklarda oturduğumuz gerçeğini kabul etmeli ve bunu tarih ders kitaplarına taşımalıyız.
  11. Bütün bunlar gösteriyor ki, Türklerin de bir eski çağı vardır ve bu konuların çok iyi öğrenilmesi gerekmektedir. Bunun da tek yolu vardır: Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullarda okutulan tarih ders kitaplarındaki yanlış bilgileri düzeltmek, hattâ bu kitapları, yeni bilgilerin ışığında tekrar yazmak.






1 E. Memiş, Genel Tarih, Genişletilmiş 2. Baskı, Konya 1999, s. 107-112.

2 E. Memiş, a.g.e., s. 112.

3 F. Kınal, Eski Mezopotamya Tarihi, Ankara 1983, s. 26 vd.

4 E. Memiş, a.g.e. s. 113.

5 Hartmut Schmökel, Das Land Sumer, Stuttgart 1956, s. 81; E. Memiş, Tarihi Coğrafyaya Giriş, Konya 1990, s. 22.

6 F. Kınal, a.g.e. s. 37.

7 Sümerlerin kullandığı Sümerce, Ural - Altay dilleri gibi bitişken diller grubundandı. Bu dilde bütün kelimeler, tek hecelerin birleşmesi ile meydana geliyordu. Örneğin; UR: köpek, TUR: küçük, UR. TUR: köpek yavrusu veya ANŞU: eşek, KUR. RA: dağ, ANŞU. KUR. RA: at gibi. Sümercenin Türk dili ile akrabalığına ilk defa dikkatleri çeken Fritz Hommel isimli Alman bilim adamı olmuştur. Bu konuda ayrıntılı bilgi edinmek için bkz: F. Hommel, Babylonien und Assyrien, s. 245 - 248.

8 E. Memiş, "Yazının Tarihi”, Kelime Dergisi, Sayı. 6, Konya 1986, s. 37.

9 E. Memiş, Orta Doğu Sorunları ve Türkiye, Konya 1995, s. 13; E. Memiş, Genel Tarih, s.

10 E. Memiş - N. Köstüklü., Tarih Boyunca Orta Doğu - Anadolu İlişkileri, Konya 1992, s. 12.

11 F. Kınal, a.g.e., s. 18; E. Memiş, Orta Doğu Sorunları ve Türkiye, s. 13.

12 Sadi Bayram, “Kaynaklara Göre Güney - Doğu Anadolu’da Proto Türk İzleri”, Türk Dünyası Araştırmaları, Sayı 62, İstanbul, Ekim 1989, s. 80.

13 B. Landsberger, “Önasya Kadim Tarihinin Esas Meseleleri”, II. Türk Tarih Kongresi Tebliğleri, İstanbul 20 - 25 Eylül 1937, TTK Yayınları, Kenan Matbaası, İstanbul 1943, s. 104.

14 S. Bayram, a.g.m., s. 92-107.

15 A. Ü. D. T. C. F. Türk Dili ve Edebiyatı profesörlerinden Vecihe Hatiboğlu, 20 Eylül 1978 tarihli Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan “Türk Tarihinin Başlangıcını Ararken” adlı makalesinde şöyle demektedir: ”Güney Mezopotamya’daki Sümer uygarlık halkasını daha yukarılarda Kuzey Mezopotamya’ya yayarak sürdüren ve yaşatan Gudlar, daha sonra da Kaslardır. Kısaca, Sümer uygarlığı kuzeyden güneye iner. Kıvançla belirtmek gerekir ki, Kasların dillerinin Türkçe oluşunun açıklanması ile Sümerce sorunu da aydınlığa kavuşmuştur. Son incelemelere göre, hiç kuşkusuz Sümerce Türkçedir demek daha doğru olur.”

16 H. Zübeyir Koşay, Makaleler ve İncelemeler, Ankara 1974, s. 214.

17 Geniş bilgi için bkz: H. Z. Koşay, a.g.e., s. 214-217.

18 Tarihin değişmeyen üç ana unsuru vardır. Bunlar; zaman, mekân ve insan faktörleridir. Bu konuda geniş bilgi için bkz. E. Memiş, Tarih Metodolojisi, Genişletilmiş 3. baskı, İstanbul 1999, s. 6.

19 E. Memiş, Eskiçağ Türkiye Tarihi, s. 15.

20 E. Memiş, “Anadolu’nun Eski Şark ve Eski Garp Dünyaları Arasındaki Yeri”, Selçuk Dergisi, Sayı 1, Konya 1986, s. 59.

21 Bu geçitler, Kuzey Anadolu’da Zigana ve Kop geçitleri ile Güney Anadolu’da Gülek Boğazı, Beylan Geçidi ve Arslanlı Bel geçitleridir. Güney Anadolu’daki geçitler hakkında geniş bilgi edinmek için bkz: U. Bahadır Alkım, “Sam’al İle Asitawandawa Arasındaki Yol”, Belleten XXIV, Sayı 95, Ankara 1960, s. 349 - 401.

22 Gaşkalar hakkında bilgi edinmek için bkz: Von Schuler, Die Kaskaer, Berlin 1965; E. Memiş, Eskiçağ Türkiye Tarihi, s. 58 - 69.

23 A. Goetze, Kizzuwatna and the problem of Hittite Geography, Yale Oriental Series 22, New Haven, 1940.

24 A. H. Sayce - D. Litt, “The Kingdom of Van (Urartu) ”, CAH III, chp. VIII, Cambridge 1970, s. 169 - 183; E. Memiş, a.g.e., s. 185 -206.

25 Habur nehri ve kollarının suladığı bölgeye "Münbit - Hilâl” Bölgesi adı verilir.

26 Bu konuda özetlenmiş bilgi için bkz: F. Kınal, Eski Anadolu Tarihi, 2. Baskı, Ankara 1987, s. 13 - 18; James Mellaart, Early Cultures of the South Anatolian Plateau (An. St., C. 11, 1961, s. 159 - 184); U. Bahadır Alkım, Anatolia I, s. 46 - 68.

27 Neolitik Devir hakkında bilgi edinmek için bkz: E. Memiş, Eskiçağ Türkiye Tarihi, s. 22 - 24.

28 Rudolf Naumann, Eski Anadolu Mimarlığı, çev: Beral Madra, TTK Yayını, Ankara 1975, s. 247.

29 Kalkolitik devir hakkında bilgi edinmek için bkz. E. Memiş, Eskiçağ Türkiye Tarihi, s. 2527.

30 Şartamhari metinleri aslında üç nüsha halinde olup, biri Mezopotamya’da Babil’de, ikincisi Mısır’da Tel el Amarna’da, üçüncüsü de Anadolu’da Hattuşaş (Boğazköy) arşivinde ele geçirilmiştir. "Mücadelenin Kralı” anlamına gelen bu metinler için bkz. H. G. Güterbock, Zeitschrift für Assyriologie, 42 - 44.

31 Hattuşaş arşivinde ele geçirilen nüsha, KBo III, 13 numaralı metindir. Hitit dilinde ve Hitit çivi yazısıyla yazılmış olan bu metin, belli ki, Hititler zamanında (M.Ö. 1750 - 1200), Akkadca orijinalinden Hititceye tercüme edilmiştir. Metnimiz, H. G. Güterbock tarafından ZA (Zeitschrift für Assyriologie), Berlin 1938, Sayı 44, s. 67-68’de neşredilmiştir.

32 E. Memiş, "M.Ö. 3. Binyılda Anadolu’da Türkler”, Türk Dünyası Araştırmaları, Sayı 53, Nisan 1988, s. 37; E. Memiş, "Eskiçağ Anadolusu’nda Türk Varlığı”, S. Ü. Eğitim Fakültesi Dergisi (Sosyal Bilgiler), Sayı 7, Konya 1996, s. 5.

33 E. Memiş, Eskiçağ Türkiye Tarihi, s. 33.

34 E. Memiş, a.g.e., s. 34.

35 E. Memiş, "M.Ö. 3. Binyılda Anadolu’da Türkler”, Türk Dünyası Araştırmaları, Sayı 53, Nisan 1988, s. 46, n. 6.

36 E. Memiş, a.g.m., s. 45.

37 J. B. Pritchard, Ancient Near Eastern Texts relating to the Old Testament, Princeton 1955, s. 268.

38 St. II, sat. 25 vd; Karşl: A. Ungnad, Subartu, Berlin ve Leipzig 1934, s. 117.

39 E. Memiş-N. Köstüklü., Tarih Boyunca Orta Doğu-Anadolu İlişkileri, s. 16.

40 U. Bahadır Alkım, "Sam’al İle Asitawandawa Arasındaki Yol”, Belleten 95, Temmuz 1960, s. 358.

41 M. Tosun, Mezopotamya Silindir Mühürlerinde Hurri-Mitanni Üslubu, DTCF Yayını, Ankara 1956, s. 43-46; R. North, Some Links between the Hurrians and the Language of the Exodus (Anadolu Araştırmaları, C. II, No: 1-2, s. 343-357); Adil Alpman, "Hurriler”, A. Ü. D. T. C. F. Tarih Araştırmaları Dergisi, Sayı 25, Ankara 1981 - 1982, s. 283 - 313; A. Erzen, Doğu Anadolu ve Urartular, TTK Yayını, Ankara 1984.

42 A. Erzen, Doğu Anadolu ve Urartular, s. 21.

43 Bu devlete "Hurri-Mitanni Devleti” denilmesinin nedeni, asıl çoğunluğu teşkil eden geniş halk kitlelerinin Hurriler, idareyi elinde bulunduran ince tabakanın ise Mitannilerden oluşmasıdır.

44 Bu hususta geniş bilgi için bkz: E. Memiş, Eskiçağ Türkiye Tarihi, s. 51.

45 A. H. Sayce, D. Litt., "The Kingdom of Van (Urartu) ”, CAH III, chp. VIII, Cambridge 1970, s. 172.

46 M. N. Van Loon, Urartian Art: Its Distinctive Traits in the light of New Excavations, Leiden 1966, s. 6.

47 M. Taner Tarhan, Anadolu Araştırmaları VIII, İ. E. F. Yayını, İstanbul l982, s. 70.

48 Hurri-Mitanni Devleti denilince, idareci zümrenin Mitanni, halkının ise Hurrili olduğu siyasi bir yapı akla gelir ki, burada idare edenler Hint-Avrupa, idare edilenler ise Asya kökenli idiler.

49 E. Memiş, Eskiçağ Türkiye Tarihi, s. 191.

50 Ege Göçleri hakkında geniş bilgi için bkz: E. Memiş, Eskiçağ Türkiye Tarihi, s. 159-168.

51 M. Taner Tarhan, a.g.e., s. 71.

52 Asur Ticaret Kolonileri Devrinde (M.Ö. 1950 - 1750) Asurlu tüccarlar, başta bakır ve gümüş madenleri olmak üzere Anadolu’nun pekçok zenginliğini Mezopotamya’ya taşımışlardı.

53 M. Taner Tarhan, a.g.e., s. 72.

54 E. Bilgiç, TAD, IX/1, 1959, s. 46.

55 A. H. Sayce, D. Litt; a.g.m. s. 174; A. Erzen, a.g.e., s. 30.

56 İskitler hakkında geniş bilgi için bkz. E. Memiş, İskitlerin Tarihi, Konya 1987.

57 A. H. Sayce, D. Litt; a.g.m. s. 18.

58 T. T. Rice, The Scythians, London 1958, s. 45; E. Memiş, İskitlerin Tarihi, s. 27.

59 Troya savaşları için bkz. E. Memiş, Eskiçağ Tarihinde Doğu-Batı Mücadelesi, 2. Baskı, Çizgi Kitabevi, Konya 2001, s. 47 - 53.

60 Ege Göçleri hakkında bilgi edinmek için bkz. E. Memiş, Eskiçağ Türkiye Tarihi, 3. Baskı, Konya 2001, s. 159 - 168.

61 Ekweşler = Akalar. Bkz. A. M. Mansel, Ege ve Yunan Tarihi, Ankara 1971, s 87.

62 Turşalar = Etrüskler. Bkz. E. Forrer, MDOG 63, 1924, s. 6; D. Page, History and the Homeric Iliad, Los Angeles, 1959, s. 106; A. M. Mansel, a.g.e., s. 87.

63 Rukkular = Hitit metinlerindeki Lukkalar = Klâsik çağdaki Likyalılar. Bkz: G. L. Huxley, Achaeans and Hittites, Oxford 1960, s. 33.

64 Şerdanalar = Sardunyalılar. Bkz. R. A. S. Macalister, The Philistines, Their History and Civilization, London 1914, s. 24; A. M. Mansel, a.g.e., s. 87.

65 Şekeleşler = Sicilyalılar. Bkz. R. A. S. Macalister, a.g.e., s. 25; A. M. Mansel, a.g.e., s. 87.

66 İskitler hakkında bilgi edinmek için bkz. E. Memiş, İskitlerin Tarihi, Konya 1987.

67 Adile Ayda, Etrüskler (Tursakalar) Türk İdiler, Ankara 1992, s. 61.

68 Halil Demircioğlu, Roma Tarihi, C. I. Ankara 1953, s. 17.



AYDA, Adile., Etrüskler (Tursakalar) Türk İdiler, Ayyıldız Matbaası, Ankara, 1992.

BAYRAM, Sadi., “Kaynaklara Göre Güney-Doğu Anadolu’da Proto Türk İzleri”, Türk Dünyası Araştırmaları, Sayı 62, Ekim 1989, s. 9-118.

ÇİLİNGİROĞLU, Altan., Urartu ve Kuzey Suriye, E. Ü. E. F. Yayını, İzmir 1984.

DEMİRCİOĞLU, Halil., Roma Tarihi, 1. Cilt, T. T. K. Yayını, Ankara 1953.

ERZEN, Afif., Doğu Anadolu ve Urartular, T. T. K. Yayını, Ankara 1984.

GARSTANG, J. -GURNEY, O. R., The Geography of the Hittite Empire, London 1959.

GURNEY, O. R., The Hittites, Penguin Books, London 1952.

HERODOTOS., Herodot Tarihi. Çev: Müntekim Ökmen, Remzi Kitabevi, İstanbul 1973. HOMEROS., İlyada, Çev: A. Erhat-A. Kadir, Sander Yayınları, İstanbul 1975.

HUXLEY, G. L., Achaeans and Hittites, Oxford 1960.

İPLİKÇİOĞLU, Bülent., Eskiçağ Tarihinin Ana Hatları, 2. Baskı, Bilim Teknik Yayınevi, İstanbul

1994.

KINAL, Füruzan., Eski Anadolu Tarihi, 2. Baskı, T. T. K. Yayını, Ankara 1987.

KINAL, Füruzan., Eski Mezopotamya Tarihi, A. Ü. D. T. C. F. Yayını, Ankara 1983.

KOŞAY, Hamit Zübeyir., Makaleler ve İncelemeler, Ayyıldız Matbaası, Ankara 1974.

KRAMER, S. N., Tarih Sümer’de Başlar. Çev: Muazzez İlmiye Çığ, T. T. K. Yayını, Ankara

1990.

LLOYD, Seton., Early Highland Peoples of Anatolia, London 1969.

LUCKENBILL, Daniel David., Ancient Records of Assyria and Babylonia, New York 1968, C. I-II.

MANSEL, A. M., Ege ve Yunan Tarihi, T. T. K. Yayını, Ankara 1971.

MEMİŞ, Ekrem-KÖSTÜKLÜ, Nuri., Tarih Boyunca Orta Doğu-Anadolu İlişkileri, Konya 1992.

MEMİŞ, Ekrem., "Aka Medeniyetinin Doğuşu, Gelişmesi ve Çöküşü”, Tarih İncelemeleri Dergisi, Sayı X, E. Ü. E. F. Yayını, İzmir 1995, s. 41-54.

MEMİŞ, Ekrem., “Anadolu’nun Eski Şark ve Eski Garp Dünyaları Arasındaki Yeri”, S. A. M. Selçuk Dergisi, Sayı 1, Konya 1986, s. 59-64.

MEMİŞ, Ekrem., “Asur Devletlerinin Anadolu Politikası”, XII. Türk Tarih Kongresi’nden Ayrı Basım, TTK. Yayını, Ankara 1999, s. 65-73.

MEMİŞ, Ekrem., “Bakır Madeninin Eski Anadolu Medeniyetinin Gelişmesindeki Rolü ve Önemi”, X. Türk Tarih Kongresi’nden Ayrı Basım, Ankara 1990, s. 79-86.

MEMİŞ, Ekrem., “Eskiçağ Anadolusu’nda Türk Varlığı”, S. Ü. Eğitim Fakültesi Dergisi (Sosyal Bilimler), Sayı 7, Konya 1996, s. 1-7.

MEMİŞ, Ekrem., “M.Ö. 3. Binyılda Anadolu’da Türkler”, Türk Dünyası Araştırmaları, Sayı 53, Nisan 1988, s. 35-46.

MEMİŞ, Ekrem., Eskiçağ Tarihinde Doğu-Batı Mücadelesi, 2. Baskı, Çizgi Kitabevi, Konya
2001.
MEMİŞ, Ekrem., Eskiçağ Türkiye Tarihi, 3. Baskı, Çizgi Kitabevi, Konya 2001.

MEMİŞ, Ekrem., Filistinlilerin Kökeni ve Tarihi, S. Ü. Eğitim Fakültesi Yayını, Konya 1996. MEMİŞ, Ekrem., Genel Tarih, Genişletilmiş 2. Baskı, Günay Ofset, Konya 1999.

MEMİŞ, Ekrem., İskitlerin Tarihi, S. Ü. Eğitim Fakültesi Yayını, Konya 1987.

MEMİŞ, Ekrem., Orta Doğu Sorunları ve Türkiye, Mimoza Yayınları, Konya 1995.

MEMİŞ, Ekrem., Tarih Metodolijisi, Genişletilmiş 3. Baskı, İstanbul 1996.

MEMİŞ, Ekrem., Tarihî Coğrafyaya Giriş, S. Ü. Eğitim Fakültesi Yayını, Konya 1990.

NAUMANN, Rudolf., Eski Anadolu Mimarlığı. Çev: Beral Madra, T. T. K. Yayını, 1975.

PAGE, D. L., History and the Homeric Iliad, Los Angeles 1959.

PRITCHARD, J. B., Ancient Near Eastern Texts relating to the Old Testament, Princeton 1955. RICE, Tamara Talbot., The Scythians, London 1958.

SCHULER, Von., Die Kaskaer (Ein Beitrag Zur Etnographie des Alten Kleinasien), Berlin 1965.

TARHAN, Taner., "The Structure of the Urartian State”, Anadolu Araştırmaları IX, İ. Ü. E. F. Yayını, İstanbul 1983, s. 295-310.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder