15 Ağustos 2012 Çarşamba

Etnolojiye Dayanan Cihan Tarihinin Işığı Altında İlk Türklük ve İlk İndo-Germenlik / Prof. Dr. Wilhelm Koppers

Giriş
Burada verilen izahatta ilk Türklük ile ilk İndo-Germenlik karşı karşıya tutuluyorsa, bundan, her iki kıymet, kayıtsız ve şartsız olarak aynı mukayese müstevisi üzerinde bulunuyor addedilebilirmiş gibi bir mana anlaşılmasın. Malum olduğu veçhile Türkçe, Altay dil ailesinin bir rüknünü teşkil eder. Bu aileye, Moğolcadan maada, -muhtelif tali lisanlariyle, daha doğrusu lehçeleriyle,- Türkçenin kendisi, ve şüpheli olarak, Altay dili olduğu, malum olduğu üzere, Shirokogoroff tarafından ısrarla reddolunan Manço-Tunguz dili mensuptur. Maalesef Altayın Ural’la olan münasebetleri vazih surette meydana çıkarılmış değildir. Fakat günün birinde, hem kültür tarihi, hem dil bakımından, ilk İndo-Germenliği, yine kültür tarihi ve kısmen de dil manasında alınan bir “ilk Ural (Samoyed)-Altay”lıkla karşılaştırmamız icap etmesi ve burada Altay’dan (biraz evvelki izahatımızın ruhuna uygun olarak) yalnız Türk-Mogol’a mensup, anlaşılması mümkündür. Binaenaleyh, izahatımızın çerçevesi içinde, Türklük, yahut ilk Türklük tabirleri, umumiyetle, mutad olan manadan daha geniş bir manayı haizdir. Fakat aşağıdaki tafsilatta, sıklet merkezi kültür tarihi tarafında bulunduğundan, ve mukayeseler, neticede, kompleksden komplekse yapıldığından, (ve verilen isimlerin ehemmiyeti tali bir dereceye düştüğünden) hareket tarzımızın bir zarar vereceği pek memul değildir; bununla beraber, bu mülahazaları önceden arzetmeği faydalı, hatta zaruri gördük.


* * *

En aşağı otuz seneden beri Etnoloji ile meşgul olan alimlerin bir iki sene evvel vefat eden, tanınmış Alman Etnologu Prof. Fritz Grabner’in izinde yürüyen bir kısmı, Etnoloji sahasında umumiyetle yazı şeklinde olmayan mutat kaynak malzemesinin müsaade ettiği mikyasta, tamamen tarihi prensiplere uygun bir tarzda çalışmağa gayret ediyor. Bu tarihi etnolojinin zemini üzerinde “Kültür Münasebetleri” cephesinin tamamen ön safta bulunması, işin mahiyeti ile alakadar bir keyfiyettir. Bu gibi münasebetleri araştırmak için evvelemirde şekil ve kemiyet kıstaslarının yardımiyle yapılan araştırmalar, netice olarak, bir taraftan esasta birbirleriyle bağlı kültür kompleks’lerini, diğer taraftan esasta bunların birbirine nazaran-bittabi mutlak değil, ancak izafi-yaş münasebetlerini meydana çıkarmakla mükelleftir.

Tarihin kendisine has usulünün, etnoloji sahasına, yani yazı ihtirağ etmemiş, binaenaleyh henüz yazılı kaynaklara malik olmayan kavimlerin ve kültürlerin tarih ve tekamülüne tatbikini, sistematik olarak ilk defa, tarihçilikten gelme olan, biraz evvel mezkur Profesör Fritz Grabner, 1911’de çıkardığı “Die Methode der Ethnologie” (Etnolojinin metodları)1 adlı kitabında başarmıştır. Bundan biraz evvel, tarihi Etnoloji’ye ait yeni bir usulü, W. Schmidt’in kaleminden ve W. Koppers’in makaleleri ile birlikte çıkarmağa muvaffakiyet elvermiştir. Eserin adı: “Handbuch der Methode der kulturhistorischen Ethnologie” (Kültür Tarihi Etnolojisinin metoduna dair El Kitabı).2 Hacmi 300 sahifeden aşağı olmıyan bu kitapta, Fr. Grabner’in küçük kitabının intişarından beri, bilhassa metodoloji bakımından yapılmış olan terakkilerle, elde edilmiş tecrübeleri kıymetlendirilmeğe ve böylece, ilim sahalarımızın arzettiği araştırma durumunu, insan yapısının daima cari ve malum bakasızlığının müsaade ettiği mikyasda, nazarı itibara alan bir el kitabı vücuda getirmeğe teşebbüs olunmuştur.

Burada tarihi Etnoloji (yahut kültür tarihi etnolojisi)nin metoda ait temellerinin teferruatına tabiidir ki girişilemez. Yalnız şuna işaret edeyim ki, şimdiden hem eski hem yeni dünyanın çok etnologları, mukayeseli çalışmalarında, etnolojinin kültür tarihine dayanan metodunu esas ittihaz ediyorlar. Fakat tarihi etnolojik araştırmaların ilk toplu neticelerinin bazılarına karşı biraz daha muhteriz davranılmaktadır. Bu toplu neticeler, vaktiyle -bundan 25-30 sene evvel- ilk defa bilhassa Fr. Grabner, B. Ackermann ve W. Schmidt tarafından kurulan kültür tabakalarında, yahut kültür çevrelerinde temsil olunmaktadır. Bu kuruluşlara karşı muhteriz davranmak haklı olabilir; onları yapanlar da öyle düşünüyorlardı ve hâlâ öyle düşünüyorlar. Bilhassa onlar, tarihi-etnolojik metodla, bu metodun yardımı ile mazi için kurulan kültür çevreleri arasında mutlaka bir tefrik yapılması icap ettiğine bir defa değil, bir çok defa, pek büyük bir ısrarla işaret etmişlerdir. Tarihi-etnolojik metodun, esas hatlarında baki kalacağı büyük bir emniyetle söylenebilirse de, aynı şey kültür çevreleri hakkında aynı mikyasta muteber değildir. Bu çevreler, şimdiye kadar malum ve tarihi noktai nazarlara göre işlenmiş olan etnolojik malzemeye istinaden kurulmuş ve kurulabilmiş kültür birlikleri ifade eder. Şüphesiz ki yeni araştırmalar, bu kültür çevrelerinin manzarasında bir takım değişiklikleri, itmamları ve tashihleri zaruri kılacaktır.3

Fakat bir kere kurulmuş kültür çevre yahut komplekslerinin tadil ve tashihine daima çalışmak elzem olmakla beraber, eski kuruluşlarda herşeyin zamanla çürüdüğünü kabul etme de yanlıştır. Hakikat hiç de öyle değildir. Ehemmiyetli olan epey şeyler mevcudiyetlerini muhafaza etmiş ve, tahmin edilir ki, daha da muhafaza edecektir. Fakat burası, bu hususta daha fazla tafsilata girişmenin yeri değildir. Şimdi, ilk Türklükle ilk İndo-Germenliğin tarihi etnolojinin kültür kompleksi yahut çevresiyle ne gibi alakaları olduğu ve ilk Türklükle ilk İndo-Germenlik araştırmaları, bu zaviyeden yapılırsa, ne derecede ilerleneceği meselesine geçiyorum. Burada bahse mevzu münasebet, mütekabildir. İlk Türklük ve ilk İndo-Germenlik kompleksleri, bu kavimlerin daha yazısız ve binaenaleyh yazılı kaynaktan mahrum oldukları zamanlara sevk ettiği takdirde tabiidir ki her ikisi esas itibariyle etnoloji ilmimizi alakadar eder ve biz de, bu ilmin mümessilleri sıfatiyle bu noktainazardan, İndo-Germen ve Türk Dil ve Eski Çağlar ilimlerinin kendi başarılarından memnuniyetle istifade ederiz. Fakat buna mukabil tarihi etnoloji, daha eski kardeş ilimlere, hazırladığı kompleks yahut kültür çevrelerini, ilk İndo-Germenliğin yahut ilk Türklüğün çevrelerine tatbik ve böylece anakökler üzerine yeni ışıklar dökmek suretiyle, yardım edebilir. Ve nihayet, kolayca göstereceğimiz gibi, ilk İndo-Germenliğe ve ilk Türklüğe ait meselelerin daha iyi aydınlatılması için, alacağımız etnoloji, evrensel tarih durumu, yalnız nazari bir şart değil, aynı zamanda hakiki bir teşvik ve ilerletmedir. Bu suretle, ilk Türklükle ilk İndo-Germenliğin arasındaki münasebetlerin yeni bir ışıkta görünmesi kabili izahtır. Ve bilhassa bu mesele ayrıca alakamızı uyandırmakta ve bu alakaya layık bulunmaktadır.

Bütün meseleyi vazetme tarzımıza tevfikan ilk sual, tabii olarak ancak şu şekilde olabilir: Bugünkü araştırmaların ışığı altında, ilk Türklük ve ilk İndo-Germenlik kompleksleri nasıl bir manzara arzederler? İkinci sual olarak daha az alaka uyandırıcı ve ehemmiyetli olmayan şu sual takip eder: iki kompleks biribirine tarihi ve jenetik bakımdan bağlı mıdır? Bağlı ise, bu bağlar hangileridir? Demek oluyor ki önce dikkatimizi ilk Türklüğün ve ilk İndo-Germenliğin kısa bir tasvirine hasredeceğiz.

1.    İlk Türklük
A.    Giriş

Dar ve geniş manada tarihi kaynaklar. Bu sonuncular arasında etnolojik kaynaklar da vardır; fakat bunlar aynı zamanda hakiki tarihi kaynaklardır.

Altay dilleri konuşan kavimlerin ve kabilelerin taksim ve gruplaştırılmasını burada malum farzedebilirim.4 Altay dil ailesinin ve onunla alakadar eski çağ ilminin araştırılması maalesef İndo-Germen ve Sami dil ve eski çağ ilminde olduğu kadar ilerlemiş değildir. Bu sebeple, Altay ilminin yahut Türkolojinin yardımı ile, ilk Türklük hakkında mesela umumiyetle İndo-Germen ilminin ilk İndo-Germenlik hakkında yaptığı kadar muayyen bir kültür tablosu elde etmek henüz mümkün değildir.5

Bunun haricinde, ilk Türklük araştırmasında6 kaynaklarda iki esas grubu biribirinden ayırmalıyız. Birinci grupta, dar manada tarihi kaynaklar mevzuubahistir, Mütehassıslar tarafından sık sık işaret edildiği veçhile, bu kaynaklar umumiyetle Türkçenin dışındaki dillerde yazılmıştır. Başarmakla mükellef olduğumuz vazife bakımından, burada evvelemirde, Ön Asya’nın en eski Çin’in bize arzettiği kaynaklar gelir. Kaynakların ikinci baş grubu etnolojik mahiyettedir: Altay-Türk kavimlerinin mühim bir kısmının bugün bile -yahut da zamanımızın içlerine kadar- nisbeten iptidai şekillerde hayatını idame ettirmesi ve böylece onların, evvelemirde at çobanı olarak ömürlerini geçiren Altay Tatarlarında (ve bunların akrabasında) etnoloji araştırmalarına mevzu teşkil etmesi ile alakadardır. Diğer araştırıcılar ve bilhassa Türkologlar bu vakıayı görmüşlerdir. Fakat her halde layık olduğu ehemmiyet her zaman takdir olunmamıştır. H. Winkler bunlar hakkında "Etnoloji ve dil bakımından ziyadesiyle dikkate şayan, fakat bunun dışında ehemmiyetsizdir” der. (H. Winkler: Die Altaische Völker-und Sprachenwelt- Berlin 1921, s. 21). Hayır, biz etnoloğ-kültür tarihçileri, böyle bir vakıayı başka türlü kıymetlendiriyor ve böyle hareket etmek için elimizde kafi sebepler bulunduğuna inanıyoruz. Bilhassa burada, beşeri kültür varlığının yalnız daha basit değil, aynı zamanda hakikaten daha eski bir şeklinin muhafaza olunmuş olduğunu gösterebilecek vaziyetteyiz. Fakat böyle olunca, eski Altay-Türk kavminin iptidai zamanlarına bürhan olan bakıye kavimlerin ehemmiyeti pek büyük olur. Ve her şeyden evvel, ilk Türklüğün Rekonstruksiyon’unu kendisine hedef edinen bir araştırma, öyle araştırma vasıtalarına maliktir ki, bunlar bu nevi ve kesrette, İndo-Germen ilminde hemen hemen tamamen mefkuttur. Fakat burada, şu nokta gözönünde bulundurulmalıdır ki, Hindukuş’taki Kafir kabileleri ve Kafkasya’daki Ossetler gibi İndo-Germen bakıye kavimleri, İndo-Germen ilmi bakımından henüz sistematik surette işlenmiş değillerdir. Mukayese ediniz, mesela: B. Schultz: Altaische Restvölker, "Volk und Rasse”, VI, 1931, 65-80. Buna binaen, ilk İndo-Germenlik araştırmasının, ilk Türklük araştırması karşısındaki gayet müsait durumu hakkında bu metinde verdiğim hükmün epeyce bir tadile tabi bulunması imkansız değildir ve bu noktai nazarı kuvvetlendiren bir sebep de, "Altay Tatarları” grubunun bugün karşımızda menşedeki safiyetleriyle belirmedikleri, bilakis, Gahs’ın mükerreren ve haklı olarak dikkat nazarlarımızı çektiği gibi "Yenisey”liler aleminden türlü türlü tesirler aldıklarıdır. Bu noktaya aşağıdaki avdet etmek zaruretinde bulunacağız.

B.    İlk Türklüğün Dar Manadaki Tarihi Vesikalar Yardımıyle Kavraması
İlk Türklüğün Eski Ön Asya’daki İzleri

Etnolog ve kültür tarihçisi, tabii olarak ilk Türklerin kültürleri hakkında herhangi bir muayyen imaj (tasavvur) edinmiştir. Bundan daha ileride bahsetmek icap edecektir. Dil araştırıcısı şüphesiz lisani hadiselerden hareket eder. Her iki zaviyeden, son on yıllar zarfında eski Ön Asya çevresi içinde eski Türklüğe ait bir takım şeylere rastlandığı zannolunuyor. Muhtelif bilgi kolları hep aynı istikamete işaret ederse, o noktada bittabi dikkat daha fazla tekasüf eder.

Fr. Hommel’in, sumercede bir Altay-Türk mürekkibi tesbit etmek hususundaki gayretleri malumdur. Her halde, evvelce olduğu gibi şimdi de Sumerce dingir ("Allah”) ile alelade Türkçe tenğri ("gök”, "Allah”) arasında benzerlik göze çarpacak mahiyettedir. Bunun gibi bir taraftan, az tesir almış Altay Türklerinde (ve Samoyedlerde) ve diğer taraftan Sumerlerde ölü gömme adetlerindeki uygunluk da zikre şayandır. Ölülerin tabi oldukları bu muamele, malum olduğu üzere, her iki tarafta da kırık bir halde bulunan türlü türlü edevatın ve hayvanların (eski Sumerde insanların da) beraber gömülmesinden ibarettir. M. Ebert, bu zaviyeden, Kuban kültürünü eski Sumere ve her ikisini de (yani Kuban ile Sumer), izahatımıza tamamen uygun olarak, Orta Asya’ya bağlamakttadır.7

Hommel’in Sumerceye dair denemelerine son zamanlarda Hamit Zübeyir Koşay’ın Elamca hakkındaki denemeleri ilave olmuştur. (Mukayese ediniz: Mumaileyhin şu makalesi: Elamisch-Türkische Sprachverwandtschaft).8 Meselenin sırf dil ile alakadar tarafı hakkında bir hüküm vermeği, tabii olarak, başkalarına bırakmalıyım. Fakat bir etnolog ve kültür tarihçisine, Elam ile Altaylılar arasında mevcut olması melhuz bir münasebet, mesela biraz evvel mevzuubahs Sumer-Türk münasebeti gibi bir münasebetten daha müessir görünebilir. Bilhassa milattan önce 4’üncü binyılın sonlarına doğru, atlara sahip göçebe kitlelerinin eski şarkın kapıları önünde kalabalık bir halde kaynaştıkları, yeni araştırmaların ışığı altında gittikçe daha fazla bir vuzuhla görüldüğünden ve bütün görünüşlere göre evvelemirde eski Elam bunlarla alakadar olduğundan, bu keyfiyet daha büyük bir ihtimaliyet kazanmaktadır.9 Buna ilave şu da vardır ki, G. A. Barton10 gibi bir alim, eski Elam kültürünü esas itibariyle İç Asya’dan iştikak ettirmektedir (fakat şunu da kaydetmek gerektir ki o burada ilk fırsatta Anau’ı düşünmektedir), Keza Gök tanrısı Anu11 da aynı şekilde iştikak ettirmektedir, bu sonuncusu, Altay Türklerine birçok noktada yakın olan Samoyedlerin kainat tanrısı Nüm’u (yahut Nu)12 üzerinden atlayıp geçilemiyecek kadar çok andırmaktadır. Barton, hem Gök tanrısı Anu’yu, hem Çinlilerin T’ien’ini Orta Asya’dan iştikak ettirmeğe meyyaldir.13 E. Herzfeld’in14 de, bir taraftan eski Elam kültürünün özlülüğüne, istiklaline işaret etmesi, diğer taraftan da "Kaspien” diye tavsif etttiği kültürü, ki bunun içinde Anau, Mohenjo Daro, Susa I ve Susa Il’nin malum olan en eski yüksek kültürü ile, bütün İran yüksek yaylasına yayılmış diğer kültür bakıyelerini15 görür, daha milattan önce 3000 senelerinde, yalnız Hindistan’la değil, fakat Çin ile de her hangi bir veçhile bağlı görmesi16 bütün bu mülahazalara epeyce uygundur. Müşterek tarafların, hiç olmazsa kısmen, Altay (Proto Türk) unsurunda bulunması mümkündür. Ve nihayet bu münasebetle Lansberger’i de zikredelim. Landsberger, eski Babilonya’nın bir zorba hanedanı olan Guti krallarının Türk olduklarını, bir ad tahliline dayanarak kabul etmeğe meyyaldir.17

Üçüncü olarak, Chorit yahut Hurrileri (A. Götze’ye nazaran Churriler) zikretmek gerektir. Bunlar ta milattan önce 3’üncü binyıldan beri şimali Suriye ve şimali Mezopotamya’da, Halep’ten Nineva ve Asura kadar bir devlete sahiptiler ve bu devlet Babilonya ile Hatti arasında köprü vazifesini görüyordu.18 Benim görüşüme göre, şu noktada bütün bilgi sahipleri müttefiktirler ki, bu Choritlerin dilinin ne İndo-Germen dili ile ne de Sami dili ile alakası vardır. Forrer’in teşebbüs ettiği "müşahhas surette tayin” keyfiyetinin (o, Chorit dilini Türkoid bir dil olarak tavsif eder), itirazlar karşısında dayanıp dayanmıyacağını istikbal göstermelidir. Burada, etnoloğun dikkatini bilhassa A. Götze’de19 bulduğum ve muhtevası şu olan bir müşahede uyandırmaktadır: At yetiştiren Choritlerin muhtemel olarak, üzerine İndo-Germen bir tabaka gelmiştir, fakat bunun dışında, bu kavmin mahiyeti karanlıkta kalmaktadır. Burada da hadiseleri etnoloji ve kültür tarihi bakımından mütalaa edersek, Türkoid bir tabaka dahi bahse mevzu olabilir. Choritlerin hakiki destanlara ve bilhassa tanrı hikayelerine karşı anlayışları ve bu destanları, -Forrer’e nazaran Homeri andırdıkları için- Türk göçebe kabilelerinin kahraman (epik) hikaye ve neşideleri ile20 münasebettar kılmak mümkün olmakla beraber, bu keyfiyet bilhassa böyledir. Dördüncü olarak şu nokta zikredilmeğe şayandır ki, W. Brandenstein Etrüsk Deklinasyon’unda, Altai hatlar (taraflar) tahmin ve Etrüskçenin tipoloji bakımından Türk dillerinin eşi olduğunu kabul etmektedir. Onun içindir ki Brandenstein, Etrüsklerin ilk vatanı olarak İç Asyayı kabul etmek ister. Be meselelerde bana mektupla malumat veren A. Nehring bu son noktada Brandestein’in peşinde gidemiyeceğine kanidir. O bilakis, Etrüsklerin, daha doğrusu Etrüsklükte Tyrsen tabakası menşeinin Lidya olduğu keyfiyetini kafi derecede emin addetmektedir. Lidya’nın Etrüsklerin son vatanı olduğu, zaten Brandenstein’ın noktai nazarıdır. Fakat kendisinin bana bildirmek nezaketinde bulunduğu veçhile, Nehring Etice, Lidyaca ve likyaca zamirlerinde Ural-Altay izleri bulunması imkanının tesiri altında bulunmaktadır. Maammafih, Nehring’in işaret ettiği gibi, bu şeyler daha dakik surette incelenmelidir ve nihayet, yerine göre, Ural mı yoksa Altay mı meselesini de sormak ihtiyatkarca bir hareket olur.

Bütün bu lisani, kültürel ve dini-mitolojik teferruatı toplarsak, görülür ki bunlar yalnız az veya çok bir katiyetle Altai’yi hatırlatmakla kalmaz, fakat bunların umumiyet itibariyle eski Ön Şark’ın kültüründe, esasında ancak milattan önce 2000 senesine doğru muhtelif geniş cephelerde müessir olan İndo-Germen tesirlerine, uzun bir zaman, -takriben 1000-1500 sene-, tekaddüm ettikleri kafi bir açıklıkla görülür. Buna binaen, eski Türklüğün (belki, Proto Türklüğün demek daha iyi olur) eski Şark yüksek kültürünün temellendirilmesine, daha doğrusu ileri doğru inkişafına melhuz bir yardımı, hiçbir veçhile bazen zan ve ifade edildiği kadar fantezi mahsulü fikir değildir. Nihai izahatta, burada başgösteren diğer problemlere bir defa daha döneceğiz.

İlk Türklüğün Eski Çin Toprağı Üzerindeki Tesiri

Uzun zamandan beri, birçok araştırıcılar (mesela: A. Von Rosthorn, W. Schmidt, W. Koppers ilh...) eski Çin yüksek kültürünün teşekkül ve inkişafında, İç Asya at çobanı kavimlerinin parmağı olduğu kanaatini besliyorlardı. Burada, bilhassa Altay kabilelerinin mevzuubahs olması lazım geleceği, esas itibariyle akla yakın gelmekte idi. Fakat en son zamanlarda eski Çin üzerinde müessir olmuş olan göçebe kavimlerin Türklük karakterlerinin oldukça büyük lbir vuzuhla meydana çıkarılmış olması, ilmi açıklık ve doğruluk bakımından fevkalade takdir edilmelidir. Bu meselede de göreceğimiz veçhile, dil araştırması ve kültür tarihi ilimleri elele çalışmaktadır; bu keyfiyet de elde edilen neticelere o nisbette büyük bir ehemmiyet bahşediyor. Bütün bu noktalardan bizi W. Eberhard21 ile A. Von Tosthorn22 toplu olarak, kısmen de araştırmalara yeni yollar göstererek, haberdar kılmaktadırlar. Bilhassa kehanet kemiklerinin okunabilmesi sayesinde şimdi Şang devri de (milattan önce: 1745-1117) dar manada tarihi bir devir haline girmiştir. Daha bu devirde, -arkeoloji yolu ile de kuvvetlendirildiği gibi- ehlileşmiş at, arabaya çift koşulu olarak, meydana çıkıyor: En eski Çin’in dini hakkında elyevm L. Walk derince tetkikler yapmaktadır. Bunlara nazaran, malum olduğu üzere efsanevi müessis diye Yü’ye (farazi olarak 200 ile 2200 arasına tesbiti iktiza eder) irca olunan Hia hanedanının hamili, her halde İç Asya’dan neşet eden proto-Türk-Mogol bir kadim idi ve din bakımından, T’ien şeklindeki gök tanrısına iman bu kavime has idi. Şang-ti başka türlüdür. Şang tayfasının milli tanrısı Şang-ti, -bütün görünüşlere göre- Hia tayfasının Ti’si (yahut Ti’en’ı) ile aynı değildir. Şang-ti, aslen ziraatçı olan Şark sahil kültürünün gök tanrısıdır. Choular (milattan önce 1116-250), İç Asya’daki eski vatanlarının tanrısı olan Ti’en’in yanına, yeni vatanlarında ebaanced yerleşmiş çiftçilerin en yüksek tanrısı Şang-ti’yı, aynı derecede olarak koymağa meyyaldırlar. Hatta, sanki ilk Chou kralları şuurlu olarak Şang-ti’yi ön plana sürmüşler, maksatları da kendilerinin inkıyat ettirdikleri tabakaya karşı, onların tanrılarına dayanarak, hakimiyetlerini mütaal surette kabul ettirmek, hanedanlarının meşruluğunu emniyet altına almakmış. Ti’en, hayvan yetiştirici göçebe kültürünün karakteristik gök tanrısıdır. Bu tanrı, gök kubbesinin üzerinde ikamet eden ve oradan dünyayı idare eden müşahhas "en yüksek varlık”tır. Mebdede maddi gökle aynı telakki olunmuş olan bu tanrı, daha sonraları gittikçe fazlalaşan bir derecede, panteist bir inkişaf arzetmektedir; ve bu vetirede kendi şahsi seciyesi gittikçe inhilal etmekte ve gayri şahsi bir dünya kanununa, dünyaya nizam veren bir kuvvete, yavaş yavaş kalbolmaktadır. Güneş mitolojisi de Ti’en tasavvuru üzerinde müessir olmuştur.23

Buna ilaveten, hiç olmazsa birkaç kelime ile olsun, tipik ecdada tapmanın vasıflandırıcı unsurları olarak, şunları zikredelim: mutlak "ekber evlat” usulünü (herhalde Choular bunu kendilerine mensup hükümdarlarda tahakkuk ettirmişlerdir), ısrarla üzerinde durulan "baba hakkı”nı (pederşahi sistemi), dışarıdan evlenmeyi (exogamie), büyük mikyasta hayvan yetiştirme ile hayvan kurbanını (bilhassa Şang devrinde). Bunlar, arif olana, İç Asya hayvan yetiştirici ve bedevi kavimleri hakkında birçok yeni ilgileri meydana çıkarırlar. Bu noktai nazara, esas itibariyle yukarıda mezkur alimler, yani A. V. Rosthorn ile W. Eberhard iştirak etmektedirler.

Bütün bu ilgiler bilhassa Türk kabileleri ile olan ilgilerin de bulunduğu müteakip Chou devresinde, daha açık ve katidir; zira dile ait hatırlatıcı unsurlar, tebarüz ettirrilebilecek mahiyettedirler.24 Mesela, Eberhard’ın bildirdiği gibi, Chouların dili hakkındaki muahhar Çin araştırmaları, bu dilde Türk unsurunun oldukça zengin olduğunu göstermiştir.25 Bu keyfiyet, evvelce Haloun tarafından ifade edilen tahmini pekala teyit edebilir: mumaileyh, Chou krallarının en eski cetlerinin adları arrasında sık sık geçen 4 (!) heceli adları Türk menşeine ircaa meylediyordu.26

Burada bahis mevzuu ettiğimiz meselelere, S. Fedele’nin yeni bitmiş, fakat henüz neşredilmemiş bir araştırması: "Eski Çin’de Devlet ve Cemaat” hakkındaki kitabı, yeni bir ışık vermektedir. Fedele”ye göre, eski Çinde iki kral kompleks’inin mevcudiyeti, muhakkak olmasa bile, gayet muhtemeldir. Bunların birinde, kuvvetle sihri (ay mitolojisine dayanan) istikamette müessir bir krallık bahis mevzuudur (hatta kral katline dair izler bile noksan değildir !); halbuki diğer tam manasiyle dini bir karakter arzetmektedir. Burada kral kendisini, varlıkların en yükseği olan bir varlığa tabi hisseder; kral bu en yüksek varlıkla halk arasında ancak bir rahip, bir vasıta olarak mevcuttur, ve kral tabiatta her felaketi kendi günahlarına atfeder, ve tabiatta, en yüksek varlığın gözünü görür, sesini işitir.” (Fedele). Sonra müellif, haklı olarak şu noktai nazarı müdafaa eder: bilhassa Şanglar sihri krallığın hamilleri olarak, Choular ise dini krallığın mümessilleri olarak alınmalıdırlar. Şanglarda (ki bunlara, bu meselede, herhalde Jao ve Şun’un efsanevi devirlerini de azçok katmak gerektir) eski yerli ziraatçı kültüründen daha epice şeylerin kalmış olduğu görülüyor. Halbuki Chou [belki de Hsialar (?)] başka bir zaviyeden, -evvelce gördüğümüz veçhile- İç Asya’nın çoban göçebeleriyle daha sıkı bir bağlılık göstermektedirler. Bilhassa bu Altay-Türk at çobanlarının malum ekonomik ve dini örf ve adetlerine, birazdan da yakinen göreceğimiz veçhile, dini bir krallık fikri umumiyet itibariyle güzel uymaktadır; bizatihi sihri unsur, bunlarda muhakkak yerli bir unsur değildir.

Görüldüğü gibi, araştırmalar hararetli bir durumdadır. Ve eğer dersek ki, eski Çin yüksek kültürünün teşekkülünde ve kuruluşunda Türk at çobanı göçebelerinin teşriki mesaisi olduğunu ileri süren tez, yeni keşifler ve araştırmalar sayesinde pek dikkate şayan yeni teyitlere mazhar olmuştur, bu bir mübalağa olmaz.

C.    Etnolojik Şahadetler Işığında İlk Türklük
İhzari Mülahaza

Biraz evvel, dil ve kültür sahalarından alınan istinat noktalarına dayanarak, mebdede vatanı İç Asya olan at çobanı kültüründen, hem Ön Asya yüksek kültürlerine, hem de eski Çin’e tesirler gelmiş olması lazımgeldiğini izah etmek mümkün oldu. Şimdi artık İç Asya’nın kendi durumuna lazımgelen dikkati hasretmek zamanı gelmiştir. Bununla da, ilk Türklük meselesinin aydınlanması hususunda elimizde bulunan ikinci (esas itibariyle yazılı olmayan) kaynaklar grubunu ele almış oluyoruz. Ön Şark ve eski Çin’in en eski kültürleri sahasına ait muayyen dil ve kültür tezahürleri önünde tutularak, İç Asya’da bulunan bir eski Türk kompleks’i ile yakini yahut muhtemel münasebetler bahis mevzuu idise, bu sonuncu hakkında zihinlerde muayyen bir tablo tasavvur olunmuştu; bu tasavvur, bittabi, İç Asya’yı alakadar eden ve bilhhassa etnolojik mahiyette olan kaynaklar sayesinde teşekkül etmişti; zira şüphe yoktur ki, at yetiştiren malum Altay Tatarları grubunda ve kısmen de onlara akraba komşularında, eski Türk kompleksi (yahut da onun bir bakiyesi) sezilebiliyor; bu kompleksin mevcut olması lüzumu, eski Ön Şark’ta ve eski Çin’deki "Türk” tezahürlerinin tespiti ile esas itibarıyla muta idi. "Nazari olarak mevcudiyetini kaydettiğimiz” diyebileceğimiz bu eski Türk at çobanı kompleksinin, ana hatlarıyla önümüzde bulunması ve bunu teferruatıyla birlikte tetkik edebilmemiz, pek memnuniyete şayandır. Va vakıa, ileride gösterileceği gibi, ilk Türklük meselesinin daha iyi aydınlatılması bakımından büyük bir ehemmiyeti haiz olmakla kalmaz; bunun umumi beşeriyet tarihi bakımından da pek büyük bir şümulü vardır.

Burada, bittabi, bu eski devirlerde İç Asya’da, kendisinden bir taraftan Ön Şark’ta, diğer taraftan Çin’e inşialar vukubulmuş olan bir nevi yüksek kültürün mevcudiyeti meselesi de, iyi bir metodla incelenmeyi bekler. Bu neviden bir faraziye için bir zaruret görmüyorum. Bunda arkeolojik, ya da dar manada tarihi araştırma, yardıma şitap etmelidir. Minusinsk kültürünün en eski tabakası, M.Ö. takriben 2000 senesine konmaktadır ve daha o zaman için burada İran tesirlerinin mevcudiyeti imkanı derpiş edilmektedir.27 Şüphesiz, İç Asya mekanının cenubu garbi mıntakasında kain Anau daha eskidir. Bu noktadan Ön Şark’ta teşekkül eden yüksek kültürlere (şehir kültürlerine her gûna tesirler gelmiş olması, gerçekten imkansız değildir; daha doğrusu Anau’un bir taraftan Mezopotamya’nın şehir kültürleri ile, öte taraftan da Hindistan’ın şehir kültürleri ise sıkı münasebetleri olması muhtemeldir. Burada, çıkış noktasının, herhangi bir başka yerden ziyade Anau’da aranması lazım gelir. Anau’un, pek erkenden oldukça zengin bir at buluntusu arzetmesi,28 İç Asya’da, daha şarka konacak bir ilk komplekse, -at çobanı kültürüne ait bir ilk komplekse- ziyadesiyle uymaktadır; malumumuz olan en eski şehir kültürü sahaları arasında bu ilk kompleksin ilk erişeceği ve tesirini bırakacağı yerin bittabi Anau olmuş olması lazım gelir. Fakat diğer taraftan, evvelce dendiği gibi, araştırmaların bugünkü durumuna bakılırsa, bu kadar eski devirlerde, asıl İç Asya’da, yüksek kültürlü teşekküllerin mevcudiyetini beklememek lazımdır.

Sibirya-İç Asya Çoban Kültürü Meselesinin Umumi Şekli

Altay at çobanı kültürü meselesini daha ihatalı bir şekilde kavramak için, Sibirya-İç Asya çoban kültürüne biraz dikkat hasretmek lazımdır. Esasen epey zamandan beri görülmüştür ki, Ren geyiği besleyen Samoyedlerin kültürü ile at yetiştiren Türko-Moğolların kültürleri arasında, ekonomi, sosyoloji ve din bakımlarından birçok müşterek noktalar vardır; o kadar çok ve karakteristik iştirak noktaları ki, her iki kompleksin menşede ileri giden bir vahdet arzettiklerinden herhalde şüphe edilemez. Bu meselenin araştırılması ile, senelerden beri, evvelemirde A. Gash meşgul olmuştur. Aşağıdaki kısa ekspoze, bilhassa, mumaileyhin kısmen neşretmediği fakat emrime amade kılmak lütfunda bulunmuş olduğu yazılarına dayanmaktadır.

Samoyedler için Ren geyiği ne ise, Türko-Moğollar için de, ekonomi bakımından, at odur. Herhalde aynı esas mevzuun bir "variante”ı her ikisinin menşeindeki "avcı” çıkış noktasında oldukça iyi kavranabilir (Samoyedlerde bittabi Türko-Moğollardan daha açık ve kati olmak üzere!) her ikisinde de, hayvan yetiştirmenin akli ve dünyeviliği şüphe uyandırmayacak şekilde tebarüz etmektedir ve menşede hem Ren geyiği, hem at, evvelemirde et ve yük hayvanı sıfatlarını haizdirler (ve tek tük bazı istisnalardan sarfınazar, bu hayvanlar henüz binek hayvanı değildirler); sistematik surette sütlerini sağmak ve üzerlerine binmek keyfiyetleri, bütün tezahürlere bakılırsa, at besleyen Türko-Moğollarda zaman itibarıyla ikinci olarak baş göstermiş ve buradan komşu Ren geyiği yetiştiricilerine -bilhassa Sayan mıntıkasında!- sirayet etmiştir. Binicilik meselesine, ilerde ayrıca rücu edilecektir. Samoyedlerin sosyolojisi hemen hemen tam olarak Türko-Moğolların sosyolojisinin aynıdır. Din sahası için de mümasil mülahazalar caridir. Samoyed’lerin kainat tanrısı yüksek Tanrı Num ve Türko-Moğolların gök tarnısı Tengri, neticede, birbirinden ayrılması güç varlıklardır. Bundan maada, her iki kompleks hayvan takdisi müessesesi, muayyen kurban nevileri ve ilkbahar törenleriyle birbirine bağlanmaktadır.

Bütün bunlara rağmen, Ren geyiği yetiştiren Samoyedlerin kültür kompleksi, kayıtsız ve şartsız olarak ve her noktada at yetiştiren Türko-Moğollarınki ile aynı olarak kabul edilemez. Bazı farklar kalmaktadır; bu farklar, yalnız en ön planda bulunan Ren geyiği ve atın farkları yüzünden değildir, bir de dini sahada farklar vardır (bu hususta, kainatın yüksek Tanrısı Num’un mahiyet ve şeklini hatırlatırım; bu tanrı, bütün benzerliklere rağmen gök tanrısı Tengri ile her hususta aynı addolunamaz) ve kainatın yüksek tanrısı Num, uzaklara ulaşan münasebetleri (yani eski Babil ve Mısır’a olan münasebetleri), diğer taraftan da Eskimolara ve Algonkinlere kadar eski şimal kültürleriyle olan bağları göstermesi icap ettiğinden, mümaselet esasına dayanarak şunu kabul edebiliriz. Hatta etmeye mecburuz ki, Samoyed kompleksinde, mebdee daha yakın, daha eski münasebetler tezahür etmektedir. Ren geyiği yetiştirmenin, at yetiştirmeye nisbetle daha eski olduğu ispat edilebilseydi, yahut bunun muhtemel olduğu gösterilebilseydi, bittabi bu noktai nazar çok kuvvet kazanırdı. M. J. Artamonow’a işareti, F. Hancar’a borçluyum. Artamonow’a nazaran Sibirya’da, Neolitik devrinde, Ren geyiğinin yetiştirildiği kati gibi görünüyor. "Az evvel Lena vadisinde, şimal Ren geyiğine ait kemikle birlikte bulunan koşum levazımatının tarihi, muahhar Neolitik olarak tesbit edilmektedir.” (G. P. Sosnowski’nin verdiği malumat). Bu buluntular, yalnız Sibirya’da Ren geyiği yetiştirilmesinin pek eskiliğine bürkan teşkil etmiyor; aynı zamanda şimali Avrupa’da da mevcut olduğunu daha muhtemel kılıyor.29 Hancar bu hususta daha yakın adedi tafsilatı "İç ve şimali Asya arkeolojisinde Ren geyiği ve at” mevzuu üzerinde bir makalede bildirecektir.30 Şüphesiz, bu ve bu gibi bütün meselelerde eksakt tarihi belgeler (yahut kablettarihi belgeler), en mühim olanıdır. Fakat bu, dar manada tarihi vasıtalarla, kati kararla, mutlak bir emniyetle henüz elde edilemezse, etnolojik ve psikolojik mahiyette umumi mulahazalara mesağ yoktur, demek değildir. Bu sonuncular mutlak bir emniyet değil, az veya çok derecede bir ihtimaliyet teminine muktedirdirler.

Etnopsikolojik noktai nazardan mütalaa olununca, evvelemirde iki sebep vardır ki, bunlar Ren geyiği yetiştirmesine, en uzun değilse de, uzun bir maziyi muhtemel kılmaktadır. Sibirya’nın ve İç Asya’nın bu mıntıkalarındaki Ren geyiği ve at yetiştirilmelerinde hakim olan akli ve dünyevi karaktere işaret etmek lüzumu hasıl olmuştu. Demek oluyor ki, burada hayvan yetiştirmesine ön şartı teşkil eden unsurlar, hesabi mahiyette ekonomi düşünce ve gayretleridir ve bunun evvelce esas itibarıyla başka türlü olduğuna hiçbir şey işaret etmemektedir. Şimali Asya ile İç Asya’da etnolojik vaziyetin umumi heyeti de şunu akla yakın kılmaktadır ki, burada tarihi durumdan ilham alınarak ve avcılık durumundan hareket edilerek ön planda bulunan av hayvanlarının yetiştirilmesi ve ehlileştirilmesi işi başarılmıştır.31 Bu harici tazyik, tabii ve zaruri olarak, tabiatın kendiliğinden verdiği nebati gıda maddelerinin bilhassa kıtlaştığı daha şimali mıntıkalarda, o nispette daha müessir oluyordu ve Ren geyiği tam manasıyla bir şimal hayvanı olduğundan, bugün kablettarih araştırmalarının ışığı sayesinde, şimali Asya’nın bahis mevzuu olan mıntıkasının uzun bir müddeten beri insanlar tarafından meksun olduğu kafi derecede sabit olduğundan, at yetiştirilmesine nispetle daha eski bir Ren geyiği yetiştirilmesi faraziyesi oldukça muhtemel görülmektedir. Bu, göz önünde parlıyor. Bununla da -ve nispeten vahşi olan bir Ren geyiğini ehlileştirmek için oldukça az mesai sarfetmek lazım geldiğini göz önünde tutarak- ikinci etnopsikolojik unsuru daha yakından kavramış oluyoruz. Hatta çok defa da eski zamanlardan beri Ren geyiği yetiştirilen yerlerde, vahşi Ren de bulunmaktadır (kışın, hayvanın, yüksek kar tabakasından ötürü güçlükle ilerleyebildiği yerlerde, adeta hayvan elle yakalanır. Hayvan da o saat ehlileşmiş demektir). Atın ehlileştirilmesinin kıyas kabul etmeyecek derecede daha büyük güçlüklerle mümkün olduğu ayrıca ispattan varistedir.

Şunu hatırlayalım ki, tarihçe kavranması mümkün at ehlileştirilmesi, milattan önce dördüncü bin yıla kadar geri gider; sonra, daha eski bir at yetiştirme devrinin yahut da bir atlı çoban kültürünün İç Asya’nın daha ötelerine kadar yayıldığı kabul edilmektedir. Böylece, Ren geyiği yetiştirmenin eskiliği meydana çıkarılmış ve bunun doğumu milattan önce takriben 5000 yılına kadar geri götürülmüş olur. Fikrimce, mutlak bir katiyetten henüz bahsedilmezse de, araştırmaların bugünkü durumuna nazaran, bu hususta oldukça kuvvetli ihtimaliyet sebepleri mevcuttur. Mümkündür ki, kablettarih araştırmaları bize bu hususta daha kati şeyler söyleyebilsin. Etnoloji, bilhassa bu meselede tarih koyma bahsinde müşkül bir durumda bulunuyor, çünkü Ren geyiği yetiştirmesi kompleksi, kısmen de mahiyeti itibarıyla, mekanda gerçekten mahdut bir komplekstir. Bu sebeple, tabakaların üstüste gelme durumlarından, kronolojik vaziyeti yeniden bina etmek güçtür.

Milattan önce 4000 yılı civarında bugünkü Samoyedlerin sahalarında, Ren geyiği avından Ren geyiği yetiştirmesine doğru atımın atılmış olduğunu kabul edelim. Bu başarıyı Presamoyed (Samoyed’den önce!) bir kavme atfetmemek elimizden gelmeyecektir. Bunun da basit sebebi, bugünkü Samoyedlerin cedlerinin milattan önce takriben 2500 yılında Ural bütününden -Ural bütününün yeri olarak, malum olduğu veçhile, Ural’ın garbı ve orta Volga mıntıkası kabul olunmuştur-ayrıldıklarını ve şark istikametinde yol olduklarını, Uralistlerin izah etmeye muvaffak olduklarına kani bulunmalarıdır. Fakat, Samoyedlerin antropolojilerinin teyit eder göründüğü veçhile, burada yalnız bir dil kabulünün bahis mevzuu olması, fakat daha eski bir kavmin hayatını idame ettirmiş olması imkansız değildir.

Samoyedlerle (yahut Presamoyedlerle) Türko-Moğollar arasındaki sıkı kültür ilgileri, bittabi eski bir komşuluğu tahmin ettirir. Birçok şey, şu noktaya işaret eder ki, her iki kompleksin birbirine bağlanması Baykal gölünün cenubu garbisinde bulunan Kossogol gölü sahasında aranmalıdır. Muahhar göçler (Tingling, Hakas Kırgızları ilh.) bunları birbirinden azçok ayırmıştır. Böylece ortaya atılan suallere hemen biraz sonra daha fazla temas etmek lüzumu hasıl olacaktır.

Samoyedlerin (Presamoyedlerin) ilk vatanı büyük bir ihtimaliyetle Yenisey nehrinin kaynağı mıntıkasında bulunuyor ise de, Türko-Moğollarınki, bunun cenubu şarkisinde olmak üzere buna bitişiktir. “İşte Türko-Moğolların eski ilk vatanları, burada, Gobi çölü ile şimalde Baykal gölü arasında; şarkta Kerullarla garpta Changai dağları arasında aranmalıdır. Buradan bunlar binyıllarca Gobi çölünü kutrundan aşarak cenuba doğru ilerlemiş ve durmadan Çinliler, Tonguzlar ve Tibetlilerle temasa girmişlerdir. Bu yüzden de Türkün Moğoldan ayrılması hasıl olmuştur” (Gash). Ramstedt ile Parker de, “Türklerle Uygurların eski asli vatanını” buraya korlar.32

Görünüşe göre, hemen hemen vahdetli olan Samoyed (Presamoyed?) Türko-Moğol hayvan yetiştirme kompleksi üzerine, cenubun herhangi bir yerinden yukarı gelme, başka mahiyette bir kültür müessir olmuştur. Yenisey (Ket, Kott) dili, bunun hamillerinin dili olarak kendini gösterdiğinden, bu münasebetle, herhalde haklı olarak, Yeniseylilerden bahsedilmektedir.33 Bu Yeniseylilerin (yahut Preyeniseylilerin) daha Cümudiyeler sonu devresinde bu mıntıkalara nüfuz etmiş olmalarını kabul için ciddi sebepler mevcuttur ve bunlar bulunmuş olan işlenmiş taşların yapıcıları ve hamilleri olarak kabul olunmaktadırlar. Halbuki hayvan yetiştiricilerin ellerinde bilhassa (miolitik) kemik edevat vardır. Şamanizm kompleksi de -ve bunda gizli cemiyetlere pek benzeyeni- Yeniseylilerin tesirine atfolunmaktadır. Sonra, bununla alakadar olmak üzere insicamlı bir Tanrılar ve cinler akidesi, mitolojide tavşan hikayeleri ve kanlı kurbağalar ilh. sonra bir de, bilhassa Ostyak Samoyedlerinde karakteristik bir şekil alan iki sınıf sistemi maderşahi hukukun izleri (bilhassa Moğollarda ve Yakutlarda!) kabul olunmaktadır. Daha fazla tafsilata ve müteferri noktalar hakkındaki bürhanlara burada girişilemeyecektir. Bir de ayrıca şu noktaya işaret etmek isteriz ki, cenuptan gelen bu Yeniseyliler, herhalde asıllarında ziraatçi bir maderşahi hukukun ve bununla alakadar bir maneviyat dünyasının içinde yaşıyorlardı. Aslında hayvan yetiştiren grupların tesir almaları, karakteristik bir mertebeye işaret etmektedir. Cenuba gidildiği nispette bu kuvvetlenmektedir. Bunun en fazlasını Moğollar, daha az olmak üzere Türkler ve en az Samoyedler, meydana vururlar. Bu durumun, bütün tez lehine olduğu açıkça görülüyor.

Altay-Türk “Atlı Çoban” Kültürü

Herşeyden önce bittabi etnoloji malzemesi yardımı ile İç Asya’nın Altay atlı çoban kompleksinin bir tablosunu çizmek teşebbüsüne girişince, kültür sahasını üç mertebeye ayırmak tavsiyeye şayandır: Ekonomi, sosyoloji ve din mertebeleri. Bittabi burada bunların her biri ancak pek kısa bir şekilde vasıflandırılabilir. Ekonomi, bilhassa, atın sürü şeklinde yetiştirilmesine dayanmaktadır. Atın mümkün olduğu kadar bütün cepheleri istismar edilir [et, süt, kıl, cer (?), taşımak]. Bu keyfiyet, ekonomi bakımından kültür ve cemaat hayatının manzarasını tayin eder. Bundan dolayı atlı çoban kültürü adı yanlış bir ad değildir. Zira tarla ziraati mefkuttur yahut gayet mütevazi bir ölçüde tatbik edilmektedir. Binicilik meselesi ileride biraz tafsilatla mütalaa olunacaktır. Atın yanında, ehli hayvan olarak köpek, koyun sonra sığır (bazı yerlerde de yak) görülüyor. Mebdede keçi buraya dahil değildir; domuz da keza, hatta evleviyetle!... Silah olarak bilhassa ok ve yay kullanılır. İkametgah olarak "ikamet hendeği” ile birlikte yahut da az zaman sonra bunun yerine, çadır zuhut etmiştir. Hayvanları ve insanları izaç edice böceklere karşı muhafaza etmek için, "ihtiyaç ateşi” dediğimiz ateşler yakılırdı. Bu ateş bol dumanlı idi.34 Yılın ikiye ayrılması (yaz ile kış) adetmiş gibi görünüyor.35

Sosyoloji bakımından aile, cemaat ve devlet, birbirinden tefrik edilebilir. Altaylılarda kadının mevkii umumiyetle madun mevkidir. Tasarruf hakkına hemen hemen hiç malik değildir. Diğer taraftan, evvelce kadının mevkiinin daha iyi olduğuna, hatta (münhasıran da olsa da) tek izdivacın daha revaçta olduğuna dair işaretler mefkut değildir. Mesela, Abakan Tatarlarının bazı efsanelerinde, ilk zamanlarda yaşayan cet kahramanın, daha umumi olarak da onun ebeveyninin, numunei imtisal olacak, tek zevceli izdivaç hayatı sürdüklerinden sık sık bahsedilmektedir. Bu münasebetle genç Türk (Jöntürk) muhitlerinin bir noktai nazarının etnoloji tarihi bakımından meşruiyetine işaret edilebilir. Bu muhitler kendi milletlerinin, İslamiyet’ten evvelki devirlerde tek zevceli yaşadıklarını ve bu şeklin hakim bir şekil olduğunu ileri sürmektedir.36 Esasen, çoban göçebelerde de izdivaç, umumiyetle bir alım satım izdivacı (Kalym) idi. Fakat izdivacın bu vasfını, ekseriye epeyce yüksek olan trahoma yumuşatır. Gelinin bekaretine ehemmiyet verilirdi. Bekaret imtihanı bundan gelir. Herhalde at yetiştirme ile bir dereceye kadar alakadar olarak (umumiyetle atla meşgul olmaya yalnız erkeğin hakkı vardır) bu kültür, nispeten kuvvetli bir baba (pederşahi) hukuku inkişaf ettirmiştir. Bununla da "ailenin ekberi evladi” müessesesi muvazi gider. Bu gibi bir kültürün ruhuna pedeşahi izdivaç tekabül eder. Düğün alayı müessesesinin bununla ve burada tatbik olunan "büyük mikyasta hayvan yetiştirme” ile ilgili olması lazım gelir.

Sosyal bir meratip silsilesi, "beyaz kemik” ve "siyah kemik” ile tefrik edilmekte ifadesini bulmaktadır.37 Sırf bedeni olan işe sevgi pek büyük değildir. Bu kültür, aslından maderşahi hukuk ve totemizm tezahürlerini aslından tanımaz. Kan karabeti bağı da ehemmiyetli addolunmaktadır. Ekzogami de (dışardan izdivaç), buna uygun olmak üzere bir kan karabeti ekzogamisidir. Kan karabetini haiz sülalelerin ve büyük ailelerin ekzogamisi, bununla beraber gitmektedir. Bu atlı çobanlık, kendi çevresi içinde kaldıkça ve esas itibarıyla göçebe ekonomi tarzını tatbik ettikçe, devlet siyasi temayüllerinin ve bunlara uygun şekilerin görünmemesi mutattır. Burada da esas itibarıyla iş, büyük aile ve cinsiyette kalıyor. Devletin büyük ve sürekli bir inkişafı vukubulamıyor.38 Mutat olarak iptidai "devlet” tarafından tesis olunan "gençliği tenvir” müessesesi de geriliyor ki, bu da son nokta ile ilgilidir.39 Ancak, bu çoban göçebelerin mensupları, grupları, yerli ziraatçi ve şehirci halkın üzerinde bir tabaka teşkil ettikleri yerdedir ki, siyaset ve devlet inkişafı başka bir seyir almış ve bu birleşme ve karışma yüzünden büsbütün yeni teşekkülleri tenbih etmiştir. Başka yerde de görmüş olduğumuz gibi bu, eski Çin’de ve eski Ön Şark’ta bahis mevzuu idi. Menşelerine nazaran İç Asya Türk atlı çoban kültürüne mensup gruplar ve kabileler, bu fetihlere, bu siyasal ve kültürel yuğurmalara iştirak etmişlerdi. Fakat münhasıran bunların iştirak etmiş veya etmemiş olması yeni bir meseledir ve halline, biraz sonraki izahatla fırsat verilmiş olacaktır. Evvelemirde, bu eski Türk atlı çoban kültürünün, kendine has dini işaretlerine bir bakış atarsak fena olmaz.

Din bakımından, ilk olarak, gök tanrısı Tengri tasavvuru ile onun tapılması zikre değer. Bu gök tanrısı adına hayvanlar (bilhassa at, takdis edilmekte yahut da kurban edilmektedir. Ona ilkbaharda (yani çoban göçebelerin hasat mevsiminde, taze kısrak sütü, yahut taze ot ve yosundan ibaret “turfanda kurbanlar” sunulur. Göğün büyük cisimleri güneş ile ayın, sonunda, gök gürültüsü ile şimşek gibi gök hadiselerinin gök tanrısıyla muayyen bir münasebetleri vardır. Mebdede bu çoban kavimlerin dinlerinde hem tipik Şamanizm40 hem de yer altı ulûhiyetleri (toprak zevce!) tasavvurunun mevcut olmamış olması muhtemeldir. Karakteristik bir düalizm (yukarıda aydın ve iyi Tanrılar, toprağın altında karanlık ve fena Tanrılar; yani şakulî bir istikamet!) cenuptan gelen kuvvetli bir Şamanizm dalgasıyla İç Asya çoban kavimlerine girmişe benziyor. Bu çoban kavimlerinde, esasında, ayıya tapma da malum değildir. Fakat, diğer taraftan, şark tarafı göğün kutsal istikameti olarak geçiyordu.41 Bir de, dikkat edilmeye şayan bir nokta, nevi kendine has bir “atalara ve kahramanlara tazim”dir. Sonra, İndo-Germenlerin Dioskurlarına tekabül eden iki varlık da mevcuda benziyor. Burada da yıldızlarla, at ve kazıkla hususi ilgiler görülmektedir.

Bu izahatla etnoloji cephesinden kavranabilecek Altay atlı çoban kültürünün ana hatlarından tasvir edilebilmiş olduğunu sanırız. İlerleyen araştırmalar, elde edilen taplonun şu veya bu tarafını tashih yahut itmam edebilir, fakat umumi hatlarında, kanaatime göre, atide de bu tablo muhafaza edilmiş olarak kalacaktır. Şüphe yoktur ki, etnolojik şeniyet ve hali hazır vaziyetin “İlk Türklük” hakkında tersim etmeğe muktedir olduğu bu tablo, Ön Asya ve Çin eski çağları hakkında, umumiyetle kıt olan kaynaklara dayanılarak istidlal edilentasavvurdan, kıyas edilmeyecek kadar daha tam ve daha plastiktir.

Asıl kıymet, iki kaynak grubunun birbiriyle mukayesesinden çıkmaktadır; bunlar birbirini tamamlamakta ve sağlamlaştırmaktadır ki bu da, bir çok mühim noktalarda kolayca görülebilir. Eğer o eski devirlerde, dile ait ilgilerden sarfınazar, malum olan bütün teferruatıyla at, pederşahi hukuk ve ekberi evlat hukuku, gök Tanrısı tasavvuru ile bunun gibi daha başka kültür ve din tezahürleri, İç Asya mekanından inşia etmiş ise, diğer taraftan, aynı İç Asya sahasında, bu tezahürlerini müteazzıv surette içinde canlı olarak yaşatan ve günümüze kadar hayatına devam eden bir kavim mevcutsa, bu iki şeyin esas itibarıyla aynı olması, yani mütalaa ettiğimiz meselede, ilk Türklük kültürü bahis mevzuu olması lazım gelir. Buraya kadar elde edilmiş neticelerimizin tenkit ve takdirine, ilk İndo-Germenliğin de mümasil tarzda mütalaasından sonra devam edilecektir.

3.    İlk İndo Germenlik
A.    Esas ve Metod Hakkında Mülâhazalar, Kaynaklar
İndo-Germenlik meselesinin halli için, bilhassa şu beş ilim çalışıyordu ve bugün de çalışmaktadır: İndo-Germen dili ilmi, İndo-Germen eski çağ ilmi yahut kültür tarihi, prehistuvar yahut arkeoloji, etnoloji yahut kavimler ilmi ve antropoloji yahnut ırkların araştırılması. Bütün bu disiplinler, müşterek hedefe kendi paylarını vermiştir; burada bir prestij meselesinin aslında mevcut olmaması lazımgelir. Fakat bu keyfiyet bir dereceye kadar tabii bir meratip silsilesinin varlığını imkansız kılmaz; bu meratip silsilesini yapan, ilimlerin her birinin hususiyeti ve kendi emirlerine amade araştırma vasıtalarıdır.

Eski İndo-Germen araştırmasının mebde noktası, malum olduğu üzere, dile ait tezahürlerin tetkiki idi; bununla, bizim İndo-Germen eski çağ ilmi yahut kültür tarihi adını verdiğimiz disiplinin bağlanması mutattı. Son zamanlarda bunun yerine, çok defa, prehistuvar (yahut ta arkeoloji) ve antropoloji (yahutta ırk araştırmaları) ön safa geçmiştir. Bir çok mütehassıslarla birlik olarak, bu noktai nazarı ve inkişafı doğru bulmuyorum. Bilakis, hem muhteva hem metod bakımlarından, gayet mühim sebepler eskiden olduğu gibi şimdi de, eski meratip silsilesinin ve sıranın doğruluğuna meylettirmektedir; buna yukarıdaki tadadımızda da işaret ettik: dil ilmi, eski çağlar ilmi (kültür tarihi), arkeoloji, etnoloji ve ırk araştırması. Buranda bu noktai nazarın ve bu sıralamanın meşruluğu hakkında tafsilata girişmek doğru değildir. Şu vakıa katidir ki, İndo-Germen dil ilmi ve onunla ilgli İndoGerme eski çağ ilmi, umumiyetle aslında İndo-Germen bir hazine diye tereddütsüzce vasıflandırılabilecek bir kaynak malzemesi ile çalışır. Bununla, bütün İndo-Germen araştırmalarında kendisine ait olan baş rol açıkça ve itiraz götürmez bir şekilde temellenmiş olur. İndo-Germen meselesiyle meşgul olan bütün diğer ilimlerde başka bir durum göze çarpmaktadır. Bunların hepsi (yani prehistuvar, etnoloji, antropoloji), evvelemirde, İndo-Germen meselesine daha ziyade tesadüfi ve tali olarak temas eder. Fakat bu da tabii, diğer ilimlerin, hini hacette, İndo-Germen meselesi hakkında mühim ve kati sözleri yoktur, demek değildir. Tarihi ennoloji bakımından imkanları ve noktai nazarları izah etmek bu yazını başlıca vazifelerinden biridir.

Demek ki, ilk İndo-Germen meselesinin mütaalası bahis mevzuu olunca, İndo-Germen dil ilmi ile kültür tarihinin elyevm az çok emniyetle çizebildikleri kültür tasvirinden hareket etmek lazımdır. Demek oluyor ki burada durum, ilk Türklüğü mütaala ettiğimiz zaman içinde bulunduğumuz durumdan, farkolunur derecede inhiraf etmektedir. İlk Türklükle etnoloji ilmi, kuvvetli ilhamlarla, doğrudan doğruya müdahele edebilmişti. Bu neviden araştırma vasıtalarından İndo-Germanistikte (bu ilmin çevresi içinde) hemen hemen tamamen mahrum olmamız icap edecektir; burada, elimizde, daha ziyade ancak dar manada tarih kaynakları mevcuttur. Buralarda da, ilk İndo-Germenlik doğrudan doğruya değil ancak bilvasıta, mukayese yoluyla kavranabilir, işlenebilir yahut yeniden kurulabilir; zira tarihi şahadetler asıl, ilk İndo-Germen devrinden neşet etmezler, bilakis, ayrılıştan az çok uzun bir zaman sonraki devirde muhtelif kavimlerin hayatından ve mukadderatından haberdar ederler. Metod bakımından dikkatle yapılmış bir mukayese, münferit hallerde, umumi İndo-Germen şekillerinin hangileri olması lazımgeldiğini az çok emniyetle tesbit edecek durumdadır. Bunun aynı, dil araştırmaları için de muteberdir. Bunlara, evvelce de söylendiği veçhile, şüphesiz büyük bir ehemmiyet atfetmek gekerir. Muhtelif İndo-Germen kavimlerinin adedi nispeten büyük ve bize kadar gelmiş olan kaynak malzemesi nispeten zengin olduğundan, ilk İndo-Germenliğin dil ve kültürü hakkında oldukça etraflı ve sadık bir tablo elde edilebildiği gibi, tersim de edilebilir.

Araştırmaların bugünkü durumunu nazarı itibare alan bir tasviri, az zaman evvel tanınmış İndo-Germen A. Nehring armağan etmiştir. Bu eser, tarafımdan neşrolunan "Die İndogermanenund Germanenfrage (Strazburg 1936) (İndo-Germen ve Germenler meselesi) adlı ciltte, "Studien zur indogermanischen Kultur und Urheimat” (İndo-Germenlerin kültürü ve ilk vatanları hakkında etüdler) başlığı ile intişar etmiştir. Denebilir ki bununla Nehring bize, kendisi ve O. Sehrader tarafından (İkinci tab olarak) neşrolunan "Reallexikon der İndogermanischen Altertumskunde” (İndo Germen eski çağ ilmi kamusu,42 adlı eserin daha kullanışlı ve düzeltilmiş yeni bir tabını vermiş oluyor. Kafi emniyet yahut ihtimaliyetle alelade İndo-Germen telakki edilebilen bütün unsurları meydana çıkarmanın burası yeri idi. Fakat bu, işi fazla uzatır ve hakikaten bizim maksatlarımız için de lüzumlu değildir. Fakat, bir taraftan, takip edilmesi muktezi metoda, diğer taraftan da meydana çıkmış gruplara ve münasebetlere layık oldukları dikkati hasretmek aynı maksada yarar. Bittabi, bu münasebetle, münferit İndo-Germen unsurlar da, faydalı ve lazım oldukları nisbette bahis mevzuu olacaklardır.

İşin mahiyeti icabı, Nehring, araştırmalarında, ilk önce iç İndo-Germen malzemeden hareket ediyor. Fakat bu noktada durmuyor, bilakis, cihan tarihine müteveccih etnoloji araştırma yoluna şuurlu bir şekilde iltihak ederek, pencereleri dışarı doğru açmaya ve böylece, kendi evi içine yeni ışık ve yeni bilgiler sokmaya teşebbüs ediyor. Burada bahis mevzu olan metod meselesinin o kadar esaslı bir ehemmiyeti vardır ki, buna ayrıca bir iki kelime hasretmek lazım gelecektir.

Neolitik devrin sonlarına doğru, (yahut taş- madenler devrinin asıl dönüm noktasına doğru), Avrasya mekanının bir yerinde İndo-Germenlik faaliyete gemiştir. Ne zaman İndo-Germen şeklinde bir varlık kazandığı, bittabı burada tafsilatına girişmeyecemiz, başka bir meseledir.43 Muhtelif İndo-Germen kabilelerinin inşia ettikleri ve müessir oldukları zaman, beşeriyet tarihi bakımından, herhalde, nisbeten muahhar bir zamandır. Metod bakımından, İndo-Germenliğin başka dil, kavim ve kültür kompleksleriyle türlü türlü bağlar tesis etmesini o nisbette daha fazla beklemeliyiz. Buna göz önünde tutarak, son on yıl zarfında, İndo Germenlik hakkındaki muhtelif yazılarımda, bu meselede araştırıcının rehberi olması lazımgelen cihan tarihi istikameti’nin zarureti üzerine mürekkeren durdum.44 Araştırmaların, alalede İndo-Germen yahut ilk İndo-Germen hazinesi olarak azçok emniyetle ortaya koyduğu şeylerin, tamamen içten doğacağı, ve beşer hayatının başka merkezleri ile münasebetleri, yahut bu gibi merkezlerde kökleri olmayacağı, hiç bir yerde yazılı değildir.

Bittabi hariçte bu gibi münasebetler, keyfi olarak iddia edilmemelidirler; bu bedihi bir şeydir. Fakat aynı derecede bedihi bir nokta da şudur ki, bu, kabli olarak önceden düpe düz inkar edilmemelidir; hem, insan bunu araştırmak zaruretini görmemenin cezasını çeker. Böylece, tam değerli ve tahmin edici bir İndo-Germen araştırmasının neticede, yalnız bu meselenin içinde müteveccih değil, aynı zamanda, harice metevccih olması icap ettiği aşikardır. İndo-Germenlik, mahiyetleri itibariyle tam yahut kısmen etnoloji araştırmalarına mevzuu olan dil, kültür ve akvam kompleksleri ile faydalı ve muvaffakiyet vaitli bir tarzda mukayese edildiği nisbetle, etnoloji ilmimiz sahneye çıkar. Hatta zaruri olarak harekete geçer. Bununla, etnoloji ilminin İndo-Germen meselesinin bugün olduğu gibi hararetli bir münakaşasında yalnız diğerleri mesabesinde sesini yükseltmeye kadir değildir, bir de vazifesinde tekasül göstermek istemediğinden, sesini yükseltmeye mecburdur.

Memnuniyete şayan nokta şudur ki, öte taraf, yani İndo-Germen cephesi, etnoloji ile işbirliğinin zaruretini gün geçtikçe daha fazla kanaat getiriyor. Nehring’den sarfınazar, burada ilimlerinin başka birinci sınıf mütehassısları zikredilebilir, mesela: C. C. Uhlenbeck, J. de Vries, H. Güntert, M. Bartoli ve W. Havers.

B.    İndo-Germenlerin Kültürünün Başlıca Mürekkipleri (Çoban Kültürü ve Ziraat Bakımlarından) ve Bunların İndo-Germenlik Dışındaki Münasebetleri ve Bilhassa İç Asya Eski Türk “Atlı Çoban” Kültürü, “Cenub”un Maderşahi-Ziraatçı, “Boynuzlu Ehli Hayvan” kültürü ile Münüsebetleri

İndo-Germen dil ilmi ve eski çağ ilmi noktai nazarından, mazide, başka dört dil, kültür ve halk kompleksleriyle mühim ve münakaşaya değer ilmi imkanları hasıl olmuştur: bu dört kompleks şunlardır: 1) Uralllılar, 2) Altaylılar, 3) Samiler ve 4) Küçük Asya Kafkas köylü kavimleri ile cenubu garbi Asya’nın eski yüksek kültürleri. Bugünün ilim durumunun ışığında burada, ilk bakışta biraz garip görünen şeylere şahit oluyoruz: vaziyet, dil ve kültür bakımlarından, aynı neviden olarak görünmüyor; bilakis bu iki unsur azçok birbirinden uzaklaşıyor. Fakat yakından bakılırsa, yerinde göstereceğimiz gibi, başlangıçta oldukça hakim olan zulmet aydınlanıyor.

Bir taraftan ilk İndo-Germen diliyle ilk Ural dili, diğer taraftan ilk İndo-Germen diliyle Sami dili arasındaki iştirakler, herhalde şimdi, ihtisas sahipleri tarafından, Altay ve Kafkas diliyle olan iştiraklerden daha müsbet olarka takdir edilmektedir. Bununla beraber şu noktaya dikkat etmek gerektir ki, şimdiye kadar İndo-Germen-Kafkas münasebetleri meselesi, hemen hemen hiç ciddi olarak göz önünde tutulmamıştır.45 Kültür bakımından vaziyet belki bunun makusudur: bilhassa, A. Nehring ile Koppers ve sairlerinin yeni araştırmaları, İndo-Germenliğin bir taraftan Altayların atlı çoban kültürü kompleksine diğer taraftan, Kafkas-Küçük Asya boynuzlu hayvan yetiştirme kültürüne olan sıkı münasebetlerini büyük bir ısrarla kaydetmektedir.

Evvelki izahatımızda İç Asya’nın Proto Türk atlı çoban kültürünün esas vasıfları ile meşgul olduktan sonra, şimdi şunu söylemeye mecburuz ki, ilk İndo-Germenlik içinde, oraya, (yani Proto Türk atlı çoban kültürüne) işaret eden vasıfları görmek o nisbette kolay olmuştur. Evvelemirde, at, ekonomi bakımından buraya (yani Türklere) aittir. Fakat şimdilik, araba ile biniciliğin menşei meselesi açık kalmaktadır. İndo-Germenler, muhakkak arabayı biliyorlar, ve herhalde arabanın önüne atı da koşuyorlardı. Fakat asıl harp arabası olan hafif arabanın kendilerinde bulunduğuna hükmedilebilir mi, edilemez mi? Bu mesele, G. Hermes’in46 yeni araştırmalarından sonra şüpheli görülmektedir. Ata, vahdet zamanında herhalde henüz umumi olarak bilinmiyordu. Öyle görülüyor ki, ancak “ikinci” bir İndo-Germen dalgası ata binmeyi Avrupa’da yaydı.47

Peki, atla koşulmuş harp arabası nereden geliyor? Binicilik nereden yükseldi? Ata binmenin menşei haklı olarak daima İç Asya atlı çobanlarında aranmaktadır. Bu, doğru olarak, Fr. Hancar48 tarafından da kabul olunmaktadır. Zira o şöyle yazar: "gerçekten milattan önce 12. asırdan itibaren Ön Asya’yı istila eden ve eski Ön Asya devletlerini kendileriyle cenketmeye mecbur kılan sürülerde, her şeyden önce hayvan yetiştirici kabileleri tanıyoruz. Kendi sığır, at koyun sürülerinin büyümesi karşısında, Orta Asya göçebelerinin tazyikleri altında, bunlar yeni mera ülkeleri aradılar ve daha ziyade yerleşmiş sıfatını haiz kavimler üzerine, binicilikleri yüzünden askerlik bakımından üstün olmaları hasebiyle, bu ülkeleri zorla elde ettiler. Ön Asya devletlerinde, aşağı yukarı aynı zamanda, binicilik hizmetinin kuvvet kazanması, herhalde, kısmen, müstevlilerle yapılan binici savaşlarına kendini uydurmak şeklinde telakki edilmelidir.” Eğer Orta Asya göçebeleri bizzat binici olmasalardı (hem de ilk biniciler!) bu göçebeler tarafından tazyika uğramak bahis mevzuu olamazdı.

Şu noktada göz nünde tutulmağa değer: Eski Çin’de, yukarıda gördüğümüz gibi, araba önünde kuşulmuş at, binicilikten daha önce malumdu. Çin’de, binicilik Chan devrinin sonlarına doğru (Milattan önce 4. ve 3. asırlarda) tatbikata başlanmış buradan da hemen hemen kati olarak denebilir ki, sebepleri, ata binen göçebeler: Hunlar ve Yue-Çilerdir.49 Böylece her cepheden, şu faraziyeye doğru ilhamlar gelmektedir: biniciliğin vatanı, gerçekten, İç Asya atlı çobanları idi. Sistemli surette tatbik edilen ve inkişaf ettirilen bir biniciliğin (yani süvariliğin), tarih bakımından bu kadar geç kavranması, acaba böyle bir süvariliğe şekil verilmesi keyfiyetinin (eyer takımı, üzengi.) ancak yüksek bir inkişaf amazhar olmuş kültürlerin yakınlığı ve tesirleri ile mümkün olabildiğinden midir?

Bu faraziye esas itibariyle doğru ise, ilk İndo-Germenlerce sistematik bir biniciliğin henüz meçhul olması da pek âlâ izah edilebilir. Böyle bir binicilik ancak oldukça muahhar zamanlarda ve münferit İndo-Germen kısmi komplekselrde teşekkül etmiş ve bunda, bildirdiğimiz manada, eski yüksek kültürlerin yakınlığı, temel şartı teşkil etmiştir. Fakat "yarım Barbarlar” da biniciliğin inkişafı, diğer taraftan yüksek kültür hamillerini bunu kabule mecbur kılmıştır. Sistematik binicilikte, daha doğrusu "süvarilik”te, böylece, kültür tarihi bakımından, karakteristik bir halita, bir kompromi teşekkülü görüyoruz: bir taraf, binek hayvanının kendisini ve (ara sıra tatbik olunan) binicilik bilgisini; öte taraf, sistematik bir binicilik (süvarilik!) için lazım olan teçhizatı veriyor. O halde, (söylediklerimizin bir neticesi olarak), biniciliğin menşei sorulursa, binicilikle binicilik arasında bir tefrit yapmak lazım gelecektir.50

Son olarak burada, sivrisineklere, sineklere, ve hastalıklara karşı yakılan "zaruret ateşi”ni de zikredelim (bu, İç Asya çobanları çevresi içinde, tamamen dünyevi bir korunma tedbiridir; İndo-Germen kavimlerde, çok defa dini-sihri bir şekilde tahvil ve tefsir edilmiştir). Bir de menfi bir şey zikredelim:

İndo-Germenlerde ehli domuz yoktur.

Sosyoloji bakımından burada da evvelemirde Mederşahi hukuk ve totemizm’in mevcut olmaması kaydolunmalıdır. Diğer taraftan, şunları görüyoruz: büyük aile, kuvvetli bir Pederşahi hukuk, kadınının aşağı mevkii, ekberi evlat hakkı, alım satım izdivacı, trahoma, bekâret provası, devletin geri planda bulunması, asıl duhul törenlerinin tamamen mefkut olması.

Hulasa: İndo-Germenlerin sosyolojisi, bütün mühim noktalar da Altay kavimlerinin sosyolojisine uymaktadır.

Dinde ön safta gök Tanrısı (Dyauşpita) bulunuyor; fakat bu tanrı, Altay Türklerinin daha vüzuhlu olarak ön plana çıkmasının aksine, başka varlıklar yönünden daha ziyade geriye atılmış ve karanlık bir hale konmuş görünmektedir. Yanında, "Tanrının oğulları” "Dioskur”lar gelir; bunlar, at, kazık ve yıldızlarla olan ilgilerini de arzederler; sonra, at takdisi ve at kurbanı (gök Tanrısına olan eski ilgilerle birlikte) gelir. Diğer taraftan, toprak kadın Tanrısının ve ieóV n'moV’un menşede bulunmaması, yahutta ancak zayıf olarak mevcudiyeti gelir.

Tabiidir ki bütün bu unsurlar (bunlar esas itibariyle şu üç varlık etrafında gruplandırılabilirler: At-Maderşahi cemiyet nizamı-gök Tanrısı) ilk bağı, Altay atlı çoban kültür kompleksinde bulurlar. Oraya vasıtasız yahut ta vasıtalı bir bağ tesis edilmesi lazımgeldiği meselesini ileride kısaca mütaala etmemiz icap edecektir. Burada da bittabi mühim olan nokta, Asya kavim ve kültürlerinin İndo-Germenlere gelen tesirleri fazla basit tasavvur etmemektedir. Bilakis, bu gisi tesirlerin, yahnız muhtelif zamanlarda değil, fakat muhtelif mahallerde ve muhtelif şartlar altında ve hatta İndo-Germen kabilelerinin muhtelif grupları üzerinde vuku bulduğu tahmin edilirse, hakikate muhakkak surette daha fazla yaklaşılmış olur. Nehring, cenubi Rusya’da vukua gelmiş muahhar istilalarla ve binnetice yalnız Avrupa’nın İndo-Germen kavimleri, hatta bunlardan bir parça üzerine vukubulmuş tesirleri de hesaba katmakta haklıdır. Burada akla gelece noktalar, bilhassa binicilik hünerinin ve dizlik libasının kabulü, falandır. Bunun gibi, ‘ilk İndo-Germen devri” mefhumunun da basitleştirilmesinden sakınmalıdır. Bu mefhum da bittabi genişlemeğe salihtir; zira muhtelif kabilelerin göz yoluyla uzaklaşması, pek farklı zamanlarda vukua gelmiş olabilir.

Bütün bunların yanında, ilk İndo-Germenlik bir takım unsurlar arzetmektedir ki bunlar başka neviden v herhalde Altay atlı çoban kültüriyle genetik bir ilgi ile bağlanamayacak mahiyettedir.

Ekonomi bakımından, burada tarla ziraatinin daha ziyade inkişaf etmiş bir mertebesine şahit oluyoruz: bu ilk önce ancak çapa ziraati şeklinde bahis mevzuudur.51 Malum olan hububat şunlardı: arpa, buğday ve darı. Ev ehli hayvanlarına, daha ziyade bir cenup ehli hayvanı olan keçi katılmaktadır. Fakat ekonomik bakımından en mühim ehli hayvan, şüphesiz, sığırdır. Bunun karşısında at, bir taraftan, daha ziyade "efendi hayvanı” olduğu gibi, diğer taraftan da nisbeten kuvvetli bir dini manayı haiz bir hayvandır. Sosyolojide, İndo-Germeno has şekiller olarak yukarıda zikrolunanlardan hemen hemen hiç başka şekiller gözükmüyor. "Çoban kültürü”ne dayanan Sosyoloji, açıkça görüldüğü veçhile, hakimdir.52 Din bakımından, Ktonik kadın Tanrı şekillerinin görülmesi dikkat edilecek bir noktadır. Toprak kadın Tanrısı ve ieoV n'moV tasavvurları, mutlak surette külli olmasa da yine oldukça geniş bir tarzda yayılmıştır. Bu görünüşlerde karakteristik bir temevvüç göze çarpar; sonra sıhri bir dünya yaradılışı sırrı, fırtına ve hava tanrıları. (Bunların menşeleri ay mitolojisine dayanmakta olup sembolleri de sığır, keçi gibi boynuzlu hayvanlar arasındadır). Ata ait din ve kurban törenlerinde de başka neviden bir çok unsurlar görülmektedir: mesela atın Ktonik kadın Tanrı tipleri ile bağlanması; bununla da bir taraftan şehvet ve bereket törenleri, diğer taraftan sekir veren içki törenleri, hunharca insan kurbanları ilgilidir.53

Umumi durum, demek ki, bu unsurların da ilk İndo-Germenliğe has olduğundan şüphe bırakmayacak gibidir. Bu itibarla, ilk İndo-Germenliğin kültür alanı, ilk Türklüğün alanını, mühim miktarda aşmaktadır.54 Ve ilk İndo-Germenlikte başka ve yeni olan taraf, -eğer her şeyi umumi kültür tarihi ışığı altında mütalaa edersek en yakın ve en kuvvetli bağını, aslında Maderşahi ve ziraatçi olan, Küçük Asya-Kafkas sahasının boynuzlu hayvan yetiştiriciliğinde bulur. Bunu, bilhassa, İndo-Germenliklerde at dini ve at kurbanı ile ilgili, oldukça çok adetteki tezahürde göstermiş olduğumu sanıyorum. Bundan başka da, burada bahis mevzuu olan unsurlar hakkında, mezkur sahaya doğru az çok sarih ilgililer noksan değildir; bunu, bilhassa Nehring göstermiş yahut ta muhtemel kılmıştır. Demek ki, muayyen cenip mıntakalarına ve kültürlerine doğru herhangi bir ilgi hakkında hiç bir şüphe kalmayınca, -diğer taraftan mevsimsiz tarzda, vaktinden evvel hüküm verilmemesi de lazımgeldiğine gire- ilk İndo-Germenliğin kültüründeki bu ikinci ana mürekkipi sadece “cenubi” diye vasıflandırdım. Neticede, ilk İndo-Germenliğin kültüründe, iki ana mürekkibin görünür olduğu bugün herhalde tesbit olunmuştur; bunların biri, ilk Türkler tarafından taşınan İç Asya atlı çoban kültürüne işaret etmekte, halbuki öteki, ziraatlı ve boynuzlu hayvan yetiştirmenin “cenup kültürleri” ne en yakın ve en kuvvetli ilgilerini meydana vurmaktadır. Kültür tarihi ve etnoloji araştırmalarının bu neticesi ile, yukarıda kısacası zikretmiş olduğumuz gibi, evvel emirde, dilcilerin bugün muteber olan noktai nazarı birbirine pek uymamaktadır. Fakat ben, burada hakiki değil, ancak zahiri zıtlıklar olduğuna kaniyim.

Bugün hükmedebildiğimiz kadar şu vakidir ki, İndo-Germencenin Uralca ile olan dil ilgisi pek eski bir devre kadar ulaşır. Nehring bu hususta, heteroklitika denen devreyi düşünüyor onun fikrince, bu devrede ilk İndo-Germenlerde her nevi ziraatin mefkut olması lazımgelir.55 Böyle bir zamanda Uralların kültürce daha yüksek oldukları pek gayrı muhtemeldir. Hatta belki bir kaç derece aşağı addedilir. O halde, burada, dilce uygunluğa rağmen pek umumi olanlardan sarfınazar, hususi mahiyette kültür ilgilerinin meydana çıkmaması, şaşılacak bir şey değildir.

Sami ile doğru olan dilg ilgileri, başka nevidendir (daha ziyade gramer bakımındandır) ve nispeten daha yeni bir zamana aittir. Onun için Nehring belki doğrudan doğruya komşuluğu bile kabule zaruret olmadığına kanidir; bu keyiyet, kültür bakımından karşılıklı tesirlerin az olduğunu daha ziyade akla yakın kılar. İndo-Germen sosyolojisinin Samilerle olan münasebeti gibi hususi mahiyette olan meseleye, aşağıda kısaca temas edilecektir.

Durum, diğer iki kompleksle, yani Altay ile Kafkas -Küçük Asya kompleksleriyle olan ilgilerde, oldukça farklıdır. Birincisiyle ilk İndo-Germenliğin son devresi arasında, esas itibariyle, atlı çoban kültürü mürekkibi; öteki ile de ziraat-boynuzlu hayvan yetiştirmesi kültürü mürekkibi, müşterektir. O halde tam İndo-Germenlik ancak, bu iki mürekkibin birbiriyle meczolup büyümesinden hasıl olmuştur. İcap ederse, hararetle yapılacak araştırmalar, bir taraftan Altay diline (bu hususta yeni bi denemeyi, az zaman evvel Profesör Mladenov56 vermiştir), diğer taraftan da belki Kafkasçaya doğru olan ilgileri meydana çıkarır. Böyle olmasa da, her iki halde, yahut yalnız birinde, herhangi bir ara kavme, bahis mevzuu kültür hazineleri bakımından vasıta rolü atfedilip edilmeyeceği meselesi kalmaktadır.57 A. Nehring, noktai nazarını, şu dikkate şayan sebeplerle temellendiriyor: bilhassa Altay mürekkibinin, böyle vasıta, yahut ara kavmi sayesinde hasıl olması lazımgelir. Eğer böyle ise, herhalde bu meselede, dil uygunluklarının geri kalması (yani azalması) artık büyük zorluklara sebep olmayacaktır.58

Bilhassa Nehring’in ve benim, İndo-Germen meselesinde ilk önce birbirimizden tamamen müstakil olarak -bu kere vasıl olduğumuz hal denemesi, diğer denemeler karşısında şu müsbet taraf maliktir denebilir: bu hal tarzı eski tezatları yenmekte, aşmakta, hatta bir dereceye kadar bunları mesut bir şekilde telif etmektedir. Her ne kadar O. Schrader ilk İndo-Germenlikte hiç bir nevi köylülüğün mevcut olmadığını iddia etmemişse de, çoban kültürü mürekkibine o kadar hakim ve ön planda bir yer vermiştir ki, bazı kimseler onu bu yolda takip etmekte tereddüt etmişlerdir. Tezadın diğer tarafına, fikrimce ilk İndo-Germenliği şimal Avrupası köy kültürü ile fazla erken aynı görmüş ve İlk-İndo -Germenlik tipik bir köylü yapmış olanlar düşmüşlerdir.

Tesir altında bulunmayan müşahitler ve araştırıcılar, bazı kimselerin bu gibi esaslardan son neticeleri çıkartarak atı ilk İndo-Germenlere terkettiklerini ve domuzu onların ev hayvanları arasında saydıklarını görünce, daha da nahoş bir hissin tesiri altında kalmışlardır. Hayır! bu iki müfrit noktai nazarın, görünüşe göre, hiç biri doğru değildir. Asıl ilk İndo-Germenlik, dikkate şayan bir çoban kültürü mürekkibini epey kuvvetli bir köylülükle bir araya toplamıştır. Eğer -benim adlandırmak istediğim veçhile- “mutedil” şark tezi ilk vatan meselesine tatbik olunursa, bu söylediklerimin doğruluğu büsbütün canlanır. Ben, bu bakımdan, kısmen bildiklerimi değiştirip, birçok şeyleri yeniden öğrenmeye mecbur oldum. Ben de, O. Schrader’in peşinde giderek ilk İndo-Germenlikteki çoban kültürü mürekkibini fazla tek taraflı bir tarzda görmüş ve menşeini İç Asya’da, fazla ileriye koymuştum. Fakat kısmen kendi araştırmalarım, kısmen başkalarının tetkiklerine dayanarak, bizatihi ilk İndo-Germenliğin göz önünde tutulacak mikyasta ziraatle karışmış olduğu ve bu karışmanın İç Asya’dan değil, cenubu garbi Asya’nın geniş alanından iştikak ettirilmesi lazımgeldiğine kanaat getirdikleri sonra, ilk vatanı ben de daha garpta, aşağı yukarı Hazer deniziyle Karadeniz’in şimalinde arıyorum.

Bu noktada, kısaca dört şekle, daha doğrusu dört itiraza temas etmek gerektir. İlk önce, İndo-Germen meselesinde şark tezi taraftarlarının, ilk kavmin teşekkül ve hareket merkezinin tesbitinde kararsız ve vuzuhsuz kaldıklarını ve bu keyfiyetin, kendi aleyhlerinde bir nokta olduğunu ileri sürenlere cevap vermek lazımdır. Bu kusur, ancak mütehassıs olmayanlar arasında iddia olunuyor; bu da bütün meslekdaşlara şeref veren bir keyfiyettir! Araştırmanın bugünkü durumuna dayanılarak, iddiasız ve ihtiyatlı davranmayı bir noksan yahut bir hata gibi takbih etmek, herhalde, ilim hakkında biraz garip bir noktai nazardan doğuyordur. Biz, şark tezi mümessilleri, bu ithamdan korkmuyoruz. Daha doğrusu, biz onu bir itham, bir serzeniş olarak hissetmiyor, bilakis bir takdir ve şeref addediyor ve bunda ilmi ihtiyatkarlık ve vicdanlılık mı bahis mevzuu olduğu hakkındaki hükmü, müsterih vicdanla ilmimizin tarihine bakıyoruz.

İkinci müşkülde şu keşfiyet bahis mevzuudur: metod bakımından pek de haksız olmayarak şu söylenebilirdi: çoban kültürü İç Asya ve boynuzlu hayvan yetiştiren "cenup” ile ilgililerin mevcut olduğunu kabul edelim, neden İndo-Germenlik, (her iki tarafta da olsun, yalnız bir tarafta da olsun) verimli amil olmasın? Cevap olarak, ilkönce ilk İndo-Germenliğin bariz halita karakterini hatırlatmak gerekir. Halita mahsulleri, daha mukaddem olarak basit varlıkları farzettirirler (halitanın mürekkipleri), fakat aksi varit değildir. Bu itiraz muteber olunca, İç Asya çoban kültürünün ve "cenubi” ziraat kültürünün (yahut ta bu iki kompleksten birinin) nevima halita unsurlarının birbirinden ayrılması vetiresine tabi olmalarını (ki o zaman ilk İndo-Germenliğin hiç olmazsa bir kısmının bunu yaşamış olması icap ederdi) kabul etmek gerektir. Fakat her şey böyle bir iddianın aleyhinedir. Böyle bir faraziyede küçük Asya-Akdeniz sahasının Neolitik devrinde kök salmış olan boynuzlu hayvan yetiştirici kompleksinin daha eski (ve tabii daha mudil!) bir İndo-Germen kültür alanının bakiyesi gibi alınması lazımgeldiği bir kere göz önünde tutulsun! buna verilecek cevap gerçekten zaittir. Altay atlı çoban kültürünün kronologya bakımından durumuna gelince, bununla da kafi derecede meşgul olduk, burada önümüzde, yalnız bir tek kültür unsuru değil, esas itibariyle kapalı bir kültür kompleksi bakımından ve yalnız sade şekilleri değil, fakat açık seçik bir surette daha eski şekilleri görüyoruz.

Üçüncü bir itirazın çıkış noktası da şu söyle mündemiçtir: büyük sürü teşekkülü, kendiliğinden bir çoban kültürü sosyolojisi yaratır, ve bunun neticesi olarak, İndo-Germenlerin sosyolojisi ile Altaylıların sosyolojileri arasında genetik bir ilginin bulunmasına lüzum yoktur; bu fikir bilhassa, Sâmilerin de anahatlarında aynı olan bir sosyolojiye sahip olmaları ile kuvvet bulmaktadır. Bunun da tabii bir neticesi şudur ki, İndo-Germenlerin sosyolojisi ile Altaylıların sosyolojisi arasındaki büyük uygunluktan İndo-Germen kök kavminin şarkta bulunan ilk vatanı hakkında bir netice çıkarılamaz.

Bu satırları yazan epeyce zamandır şuna kanidi ki, İndo-Germenlerin sosyolojisi, Altaylılarınkine, Sâmilerin sosyoloijisinin bu ikisine yakınlığından daha yakındır. Vakıa bu fikir, bütün teferruatıyla isbat edilememiştir. Bu meselede, muhakkak surette ayrıca ehemmiyeti olan, Arap bedevi kavimleri hakkında bürhanlar, Dr. J. Henniger’in "Die Familie bei den Buduinen Arabiens, ein Beitrag zur Frage des mutterrechts bei den Semiten” konusu üzerine yazdığı ihtimamlı bir araştırmada verilmiştir. Orta Asya çoban kavimlerinin sosyolojisinden karakteristik bir ayrılış olarak müellif, kitabın sonundaki hulasada bilhassa şu nokta üzerinde durmuştur: "hükümdarlık esasının (yani baba hakimiyeti ile ilk doğan çocuk hakkının) zayıflığı, asıl büyük ailenin mevcut olmaması, tam bedevilerde mülkün merkezileştirmiş olmaması, kadının biraz daha iyi bir mevkii olması (bu mevkii kocayı seçmedeki hürriyetle, evlilik hayatında mal ve mülkün ayrı olmasında, şahsi haklar ve daha büyük hareket serbestisinde kendini göstermektedir), nihayet Klan eksogami’sinin mevcut olmaması”. Şüphesiz, burada da, İç Asya çoban göçebelerinin sosyolojisi ile uygunluklar yok değildir. Bu uygunlar arasında Henngier, her şeyden önce şunları zikretmektedir: "kadının mâdın mevkii, nişanlıya biçilen fiat, kan akrabalığına fazla ehemmiyet verilmesi, küfüv evlenmelerle kanı temiz tutmak kaygısı, pederşahi Klan teşkilatı, kan davası, büyücek teşekküllerin demokratik diyebileceğimiz gevşekçe teşkilatı”. Fakat bunun dışında o kadar ehemmiyetli, o kadar esaslı farklar kalıyor ki, Samilerin sosyolojisini (bedevlerin sosyolojilerinden hareket edildiği takdirde!) bir bütün olarak İç Asya çoban kavimleri (ve İndo-Germenler) sosyolojisi ile genetik surette birbirine bağlamağa imkan kalmıyor. Buna rağmen münferit sosyolojik yahut başka neviden ilgilerin burada oraya yahut oradan buraya bağlayıp bağlamadığı meselesini burada inceleyeceğiz değiliz.

Dördüncü itiraz da şöyledir: İlk İndo-Germenliğin başlıca mürekkiplerinden biri bizi çoban kültürü İç Asya’ya, öteki boynuzlu hayvan yetiştiren "cenub”a götürürse, kendi tesisatları, kendi başarıları olarak İndo-Germenlere ne kalır? Bu suale şu cevap verilmek gerektir. İlk önce, eğer tahlilimiz doğru ise İndo-Germenler, böylece birleşip gelişmeden önce henüz İndo-Germen değildiler, bunu, ancak bu bişleşme ve kaynaşma neticesinde oldular. Maamafih, burada ikinci bir sual daha kalıyor ki, o da şudur: acaba mürekkiplerden biri, ötekinden daha ziyade İndo-Germen, yahut daha ziyade İndo-Germen sayılmaz mı? Bu suale şüphe götürmeyen bir cevap vermek, bana bugün henüz mümkün görünmüyor. Bu ancak, ilk İndo-Germenliğin dil ile kültür bakımlarından kökleri, hem genişliklerinde, hem derinliklerinde, kâfi açıklıkla meydana çıkarılırsa, memnun edici bir şekilde mümkün olacaktır. Bu alana ait araştırmaların bugünkü durumuna bakılınca dil ilgilerinin kuvvetle Urallığa, kültür ilgilerinin ise Altaylığa işaret ettikleri vâkıası, neticede, ilk İndo Germenliğin, İç Asya’nın çobanlığına -kökleri bakımından- herhangi bir başka kavim yahut kültür kompleksinden daha yakın olduğunu meşru surette kabul ettirebilir.

Bu münasebetle şunu da hatırlatalım ki, İndo-Germen diline bir halita karakteri atfetmeye pek hazırdırlar İndo-Germen dilinin Ural diline ve kısmen de Sami dile olan ilgileri üzerinde bilhassa durulmaktadır. Burada bir de Uhlenbecek’in tezini zikretmek isterim; bu bilgin, bundan manda, ilk İndo-Germen dilinde şöyle bir dil halitasını keşfetmektedir ki bu, Kentum ve Satem gruplarıüzerinden çaprast olarak gitmektedir; görünüşe göre, içindekilerden bir mürekkip Ural-Altay diline, öteki belki Kafkas diline yakındır.59 Emil Forrer de,60 İndo-Germen dilinin başka bir tasnifini düşünmektedir. Son olarak da Brandenstein’in61 malûm olan denemesi zikre değer: Brandenstein, dil bakımından, daha eski bir tabakanın varlığını kabule meyleder; bu deneme, düzeltilmeğe muhtaç olmakla beraber, bütün meselenin aydınlatılması için yeni yollar açmaktadır.

Bütün bu teşebbüslerde ne kadar çok şeyin bundan sonraki araştırmalara tabi olduğunu, araştırmaların da bugün ne derece kaypak bir durumda bulunduğunu, aşina olan herkes bilir. Fakat açıkça görüldüğü gibi, daha şimdiden, hem dil ilmi hem kültür tarihi araştırmaları şu pek mühim neticeye doğru bizi sürüklemektedirler: mebdedeki İndo-Germenliğin mahiyeti mudildir, yahut ta halita nevindedir. Bu bilgiyi, yeni İndo-Germen araştırmalarının elde ettiği en mühim ve en kati bilgilerinden biri olarak görmeliyiz. Böylece yukarıda ifadesini bulmuş olan şu imkan yahut faraziye: beşer tarihi zaviyesinden bakınca nisbeten muahhar bir tezahür olan ilk İndo-Germenlikte, metot bakımından az çok mudil ve karışık bir mebde beklemek lazımgeldiği keyfiyeti, teeyyüt etmiş oluyor. Herhangi bir tecrübeye sahip kültür tarihçisi, buna şaşmaz. Bilakis, bunda İndo-Germenliğin cihan tarihindeki tesirlerinin başlıca kökünü, yahut hiç olmazsa, başlıca köklerinden birini görür. Hatta, ilk İndo-Germenler biribirinden bu kadar farklı kaynaklardan beslendiklerinden ve birçok muhtelif cereyanların bir neticesi olarak büyük bir nehir halinde toplandıklarından dolayıdır ki, nisbeten böyle zengin idiler ve beşer tarihinde bu kadar büyük ve ehemmiyetli roller oynamaları mukadder oldu. Birçok unsurlar arasında şu da dikkate değer ki, ilk İndo-Grmenlikte çoban kültürü unsuru, belli ki yalnız sosyolojik cepheden değil, din cephesinden de (Gök Tanrısına inanan!) pek kuvvetli idi. Şüphe yok ki bilhassa bu miras, sonraları muhtelif kavimlere, büyük dünya tekamülüne girdikleri vakit pek faydalı olmuştur.

3. Son: İlk Türklüğün ve İlk İndo-Germenliğin Beşer Tarihi Bakamından Büyük Başarılarının Mücmel Surette Takdiri

İlk Türklük ve ilk İndo-Germenlik hakkındaki sözlerimizin başlıca neticelerini kısaca şu cümlelerde toplayalım:

1.    Vatanı İç Asya olan ilk Türklüğe, atın ilk ehlileştirilmesi ve bununla ilgili olarak karakteristik bir at çobanı kültürünün yaradılması kafi emniyetle atfedilebilir.

Bunun manası: beşer tarihinde bir defa olmuş bir başarıdır, öyle bir başarı ki kavimlerin ve kültürlerin inkişafında nevi kendine has neticeler doğurmuştur. Ancak bunun sayesindedir ki, tarihi vakıaların isbat ettiği gibi, büyük devlet esası için temel şartlar, dar ve asli manada yaradılmıştır. Fakat böyle bir çoban kültürü kendi başına kaldığı müddetçe bu esas tatbik mevkiine geçmemiş; bu, ancak orada burada, yerleşmiş ziraatçı halk ve şehir halkı ile üstüste gelince ve böylece kültür halitası ve tamamlanma vetiresinin bir neticesi olarak, aslında kendilerinde mevcut olan yeni hamleler sayesinde vukua gelmiştir. Bununla beraber, bittabi şu sual açık kalmaktadır (burada bu suali ne yakından mütalaa edebiliriz, ne de buna arzumuz vardır): boynuzlu hayvanların yetiştirilmesi, ilk Altaylılardaki at yetiştirmesine irca edebilir mi? - Edilebilirse, bu ne mikyasta mümkündür?-

2.    Atı ve atlı çoban kültürünün başlıca unsarlarını ilk İndo-Germenlik, ilk Türklüğe borçludur. Bu bağlılık doğrudan doğruya mı değil mi, meselesi herhalde kati olarak halledilir mahiyette değildir. Hemen hemen şundan eminiz ki, arada vasıta olarak Fin-Ugurlar mevzuubahs değildir.

3.    Görünüşe göre, ata binmek, ne mebdedeki at çoban kültüründe ne de ilk İndo-Germenlikte -her ne kadar her iki tarafta da tamamen meçhul değilse de- umumi ve sistemli olarak tatbik ediliyordu. Sistemli binicilik (yani “süvari”nin teşekkülü), oldukça kati olarak, eski yüksek kültürlerin yakınlığı ve tesiri yüzünden hasıl olmuştur (koşum, üzengi, gem...); bu yüksek kültürler de, bunun üzerine savaş tekniklerini “süvari”ye uydurmağa mecbur olmuşlardır. Vakıa, bütün amiller göz önünde tutulunca, biniciliğin menşi meselesinde ilk önce hangi nevi binicilik kasdolunduğunu bildirmenin iyi olacağını söylemek doğrudur. Her halde, arasıra tatbik olunan basit binicilik daha ziyade İç Asya’nın ilk at yetiştiricilerine irca edilir; halbuki sistemli bincilikte eski yüksek kültürlerin (doğrudan doğruya yahut bilvasıta) başlıca amil olduklarını kabul etmek icap eder.

4.    İlk Türklerde ilk İndo-Germenlerin sosyolojileri o kadar çok uygunluklar arzeder ki, her ikisinin genetik bağlılıklarından herhalde şüphe edilemez. Din unsurları hakkında da -bu unsarların vatanı İç Asya çoban kültürlerinde bulunursa- buna müsamil fikirler yürütülebilir.

5.    Fakat ilk İndo-Germenliğin, at çobanı kültürü mürekkibinin yanında bir de ziraatçı ve boynuzlu hayvan yetirtirici mürekkibi vardı; bu sonuncunun kökleri (Samilerden ve İndo-Germenlerden önceki) cenubu şarki Asyası’nda bulunur. Aynı zamanda, ilk İndo-Germenlik, daha müsait durumu dolayısiyle, Ön Asya’nın eski yüksek kültürlerinden, daha önceden ve daha bol bir şekilde istifade edebilmiştir. Diyebiliriz ki İndo-Germenliğin beşiğinde talihin ona ayrıca yaver olmuş olması keyfiyeti, coğrafi durumun müsaitliğinde fevkalade iyi bir temel şart bulmuştur.

6.    Yakın Şarkın, Indus vadisinin (Mohenjo Daro ve Harappa) kendi tarzlarında birer yüksek kültür olan en eski şehir kültürleri, keza -muhtemel olarak ta- eski Çin’in şehi kültürleri, ilk inkişaflarında ilk önce ne Türklükten ne de İndo-Germenlikten esaslı tesirler almışlardır. Fakat, daha 4’üncü binyılın sonlarına doğru İran alanından kendilerini gösteren ve bilhassa eski Elam’a doğru yakın ilgiler arzeden at kullanan kitlelerin, Türk (yahut Türk halita kavimleri?) olması mümkündür, hatta (eğer Türklerle Elamlılar arasında dil bakımından gerçekten bir bağ mevcut ise) muhtemeldir. Hem, Türkler cihetinden eski Ön Asya üzerine -ister doğrudan doğruya, ister bilvasıta olsun- tesirler vukubulduğu oldukça kati olarak ileri sürülebilir. Eski şark şehir kültürlerinin, daha geni, aynı zamanda daha muntazam teşkilatlandırılmış birer siyasi kudret merkezleri haline sokulmak suretiyle tadili (Yani dar manada birer devlet olması) ancak aşağı yukarı milattan önce 2000 yılına doğru başlamıştır ve bunun hamili ve müsebbibi olarak at kullanan göçmen İndo-Germenler görünmektedir; bunların savaş tekniği bakımından üstünlükleri ilköncek daha hafif Ren geyiği arabası, sonraları binicilik sayesinde hasıl olmuştur. Eski şarkı fetheden İndo-Germen kabilelerinin, hiç olmazsa kısmen olsun Türk kabileleriyle karışmış olmaları, (Chorit yahut Hurriler) tamamen mümkün görülmelidir. Bu fethi ve yeniden teşkilatlandırmayı, eski Çin toprağından münhasıran olmasa da ekseriyetle tahakkuk ettirmiş olanlar, Türk at çoban kabileleridir. Bu keyfiyet, Chou devresi için bilhassa açık surtte tasvir edilebilir. Anau’ın Türklük yahut İndo-Germenlikte her hangi bir yakın ilgisi olup olmadığını ve bu ilginin ne zaman mevcut olduğunu bugün henüz söyleyemeyiz. Anau’da bol bol müşahade olunan at, neticede, her halde Türk olan bir unsur addedilmelidir. Anau’ın, aslında eski şark şehir kültürler sırasına dahil olması (mukayese ediniz: Ur, Kiş, Mohenjo Daro ilh...); fakat birinin, Orta Asya’ya çok yakın bulunması dolayısiyle, ötekilerden daha çabuk ata nail olmuş olması muhtemeldir.

7.    Bu izahatın mevzuuna uygun olan, ilk Türklük ve İndo-Germenlik meselelerinin, etnoloji ve umumi tarih ışıkları altında görülmesine teşebbüs olunmuştur. Beli burada, bu cehdin büsbütün boş olmaması ve bir taraftan tarihi etnoloji, öte taraftan Türkoloji ve İndo-Germenlik ilminin bu şekilde biribirine raslamalarının, küçüksenmeyecek meyveler -her iki taraf için kıymetli meyveler- vermiş olması ümidini izhar etmek yerinde olur. İleride yapılacak araştırmaların, bunda itmam yahut tashih edilmesi zariri olan noktaları itmam ve tashih etmesi temenni olunur. Fakat büyük meselelerin daha iyi aydınlatılması maksadı ile, bundan böyle tarihi etnoloji ile Türkoloji ve İndo-Germen ilminin elele yürümesi lazım geldiğini ifade eden büyük esası, fikrimce, artık sarsmak mümkün olmayacaktır.

8.    Eski şark şehir kültürlerinin (herhalde en eski olan yüksek kültürlerin) veya ilk Türklük yahut ilk İndo-Germenliğin, yahut ta herhangi bir başka büyük kavmin yaradıcı ve hamillerini, teçhizatları ve (er yahut geç) başarıları ile mütalaa edelim, o zaman daima görürürüz ki, hepsinin, –haleflerince iftihara sebep olan ve nümune ittihaz edilen- kendilerine has tarafları vardır. Fakat görülüyor ki bunların hepsinin de aslında sınırları vardır; itmam edilmeğe muhtaçtırlar, ve zaruri olan bu tamamlayıcı unsurları insanlar başkalarında, hatta diyebiliriz ki komşularında bulurlar. Bununla, fikrimce, tam, saf ve beşeri olan her şey tezahür etmiş olur. Bütün cihan ve beşer tarihi neticede, büyük bir oyun, bir "büyük dünya sahnesi” gibi görünüyor. Bu oyunu tek başına bir kişi oynayamaz. Roller dağılmalıdır. Ve rollerin dağılmasında, yüksek bir kudret, "oyuna müdahale” eder gibi görünmüyor mu? Bütünün menfaati bakımından, rollerin biri ötekinden daha ehemmiyetsiz değildir. İyi oyunda da her şeyden önce oyuncuların biribirine karşı değil, beraber oynamaları lazımdır. Bu fikirleri büyük cihan ve beşer tarihinden iştikak ettirip tatbik etmek mevzuubahs olunca, şüphesizdir ki o zaman elde edilecek olan netice, eskilerin kanaatine göre tarihin ve tarih ilminin ne olması lazımgeldiğidir: yani zamanımız da dahil olmak üzere, her zaman hayatı öğreten üstat olmaktır.





1    Heidelberg, 1911.

2    Münster İ. Westfalen 1937.

3    Bu itibarla, Lowie’in tenkitlerine (The History of Ethnological Theory, New York 1937, German diffusionist, sa. 177-195) iyice hak vermek gerekir.
Fakat, Lowie, birkaç senedenberi aynı yahut benzer metalibi daima ileri südüğümüzü ve arzın muhtelif kısımlarına ait bu ilk kültür çevrelerinin pek büyük bir dikkatle gözden geçirilmesi ve icabında değiştirilmesi yahut itmam edilmesi lazım geldiğini söylediğimizi, ilave edebilirdi. Bu hususta burada misal olarak F. Haeckel’in "Totemismus und Zweiklassensystem bel den Sioux-İndianern” (Anthropos, XXXII. 1937, 210-238, 450-501, 895-848) yazısına işaret edebiliriz.

4    Giriş mahiyetindeki eserler: H. Wambery: Die primitive Kultur des turko-tatarischen Volke, Leipzig 1879. Ayni müellif: Das Türkenvolk in seinen Ethnologischen und Ethographischen Beziehungen, Leipzig 1885. M. A. Czaplicka, The Turks of Central Asia in History and at the Present Day, Oxford 1918 W. Jochelson: Peoples of Asiatic Russia, New York 1928. H. Winkler: Die altaische Völker-und Sprachenwelt, Leipzig und Berlin 1921. W. Barthold: Der heutige Stand und die nächsten Aufgaben der geschichtlichen Erforschung der Türkölker, Zeitschift der Deutschen Morgenländischen Geselischaft, N. F. Bd. 8. (Bd. 83) Leipzig 1929, s. 121-142. Ayni müellif: 12 Vorlesungen über die Geschichte der Türken Mittelasiens. Buradaki mülahazalarımız için bilhassa mühim olan, Orta Asya’yı mütalaa eden etnolojik ihtisas eserleri üzerinde uzun uzadıya durmamıza imkan yoktur. Oldukça ehemmiyetli eserler hakkında tenkit ve mütalaaları, mesela şu yazılarda görüyoruz: W. Schmidt und W. Koppers: Völker und Kulturen (Regensburg 1924), Fr. Flor, Haustiere und Hirtenkulturen, in "Wiener Beiträge zur Kultürgeschichte und Linguistik” I. (1931). W. Koppers: Die İndo-germanenfragi im Lichte der historischen Völkerkunde”, Anthropos XXX., 1935.

5    Burada, başlangıçta yaptığımız ihzari mülahazayı hatırlatalım.

6    Malum olduğu üzere, "Türk” adı ilk defa olarak ancak milattan sonra 6. yüzyılda, Çin kitaplarında görülmektedir. Biundan sonra, kelimeyi, 8. yüzyıla ait olan Orhon Kitabelerinde görüyoruz. Dar manada bir tarihçi olan W. Barthold bile şöyle mütalaa etmekten kendisini alamıyor: "Türk” diye tavsif olunan dili konuşmakta olan insanlar manasına Türkler, şüphesiz çok daha evvelleri mevcuttular. (Bathold: 12 Vorlesungen, ..... s. 33). Burada yürüttüğüm mülahazaların, bu noktai nazarı yalnız teyit etmekle kalmayıp, derinleştirdiği ve hatta daha dakik surette tayin ettiği fikrindeyim. J. J. M. de Groot (Die Hunnen der vorchristlichen Zeit, Chinesische Urkunden zur Geschichte Asiens, 1. Teil, Berlin und Leipzig 1921, s. 5) pek eski olması lazım gelen bir Çin işareti olan Tik-Garap ve Şimalin yabancı kavimleri için umumi bir ad-’den bahsedip bunun içinde, icabında milattan önce 18. yüzyıla kadar geriye giderek Turk yahut Türk adının meknuz olup olmadığının soruşturuyor; bu şüphesiz çok enteresandır. Fakat dil sahasına giren şeyler hakkında hüküm vermeyi bittabi Sinologlara bırakmak doğru olur. - Şunu da kaydetmek gerektir ki, mevzuumuzun icabı olarak, Türk kavimlerinin bütün yeni hareket ve başarılarını (bu münasebetle Higung-nuları, Hunları düşünüyorum) bir tarafa bırakıyoruz. Haloun’a nazaran (Seit wann kannten die Chinesen die Tocharer oder indogermanen überhaupt, Leipzig 1926. s. 130) Hiung-nu’lar (ekseriyeti binici göçebe olan bir kavim) kitabiyatta, emin olarak ancak milattan önce 318 senesinden itibaren tesbit olunabiliyorlar. Bunlar Han devrinin başlangıcında, (Milattan önce 2. yüzyıldan, milattan sonra 2. yüzyıla kadar), bütün Shan-si’ye, Garbi Chi-li’ye ve Şarki Shen-si’ye hakimdirler. Her ne kadar Hiung-nular Hunlarla ayni telakki olunuyorlarsa da, bu hususta kati bürhanların henüz mefkut olduğunu göz önünde tutmak lazımdır. (von Rosthorn’un şifahi beyanatı), Paul Pelliot da buna benzer tarzda bir ifadede bulunmaktadır. (La Haute Asie. s. 6): "Mebdede bir sıfat olan Türk kelimesinin henüz meçhul olmasına rağmen, bugün Hiong-nularla Hunların Türk oldukları sabit olmuş gibidir.

7    Ebert, RLV, XIII., 60 ve dev.

8    A. Ankara, 1937.

9    G. Hermes: Das gezähmte Pferd alten Orient, "Anthropos” XXXI., 1936, 364-394. W. Amschler: Die ältesten Funde des Hauspferdes, Unter erstmaliger Benützung der von Sir Henry Field (Chicago, U. S. A.) in Kish ausgegrabenen Knochenmaterialien. "Wiener Beiträge zur Kulturgeschichte und Linguistik” IV., 1936, 497-516.

10    Semitic and Hamitic Origins; Philadelphia 1934.

11    Barton’a nazaran (yukarıda zikrolunan eser, sahif 245), Anu adı Sumercedir; ona tapma, Sâmi olan Babilonya’dan alınmış; ve en nihai menşei "iç Asya”da aramak gerektir (zikrolunan eser, sahif 369): it is only recently become clear to me that Anu is a deity of the Central Asiatic race, which founded the city of Surippak. It is, therefore, explained why he heads the list.

12    W. Schmidt: Der Ursprung der Gottesidee, III., Münster i. W. 1931.

13    Mukayese ediniz: Barton. a.a, O, s. 369, "He (i.e. the God Anu) was brought in late prehistoric time to Babylonia from Central Asia, whence he was also carried to China. In China he was called T’ien; in Babylonia Anu.”

14    Völker-und Klturzusammenhänge im Alten Orient. Deutsche Forschung, Heft 5. Berlin 1928. s. 33-67. Bakınız s.38.

15    A.a. O., S. 44.

16    A.a. O., S. 67.

17    Landsberger: Ön Asya tarihinin esas meseleleri (İkinci Türk Tarih Kongresi, İstanbul 1937 12 s.)

18    E. O. Forrer, Eine Geschichte des Götterkönigtums aus dem Hatti-Reiche, Mélanges Cumont, Bruxelles 1936, s. 688. Ayni müellif: Göttergeschichte als Weitgeschichte im alten Orient. “Fortschritte”, XI., 1935, 398-399. Mukayese ediniz: P. Kretschmer: Zur ältesten Sprachgeschichte Kleinasiens. Glotta XXI., 1932, 76-200. B. Hrozny: Die Länder Churri und Mitanni und die ältesten Inder, “Archiv Orientalni”, I. 1929, 91-110; 251-253.

19    Hethiter, Churriter und Assyrer. Hauptlinien der vorderasiatischen Kulterntwicklung im II. Jhtsd. v. Chr. Geb., Oslo 1936. Sa. 33’e ayrıca bakınız. Şu esere de bakınız:
Die ersten Arier im alten Orient. Leipzig 1938. Chorrit dilinin Sami olmadığı gibi İndo-Germen bir dil de olmadığı keyfiyeti, fikrimizce, Schmökel ve bir çok başka araştırıcılar tarafından kültür tarihi üzerindeki düşüncelerde kafi derecede gözönünde tutulmamaktadır. Aynı mülahaza, mesela E. Unger için de caridir, (Altindo-germanisches Kulturgut in Nodmesopotamien, Leipzig 1938).

20    Schmidt und Koppers: Völker u. Kulturen, Regengburg 1924, s. 214 mukayese ediniz: M. H. Kuezynski; Steppe und Mensch. 1925 s. 20, 25. A. Nehring bu münasebetle bana aşağıdaki notu verdi: “Grekçenin musiki ıstılahları ve Homeros’un söz hazinesine ait birçok şeyler “Küçük Asya malı”dır. Bunun içindir ki Küçük Asya’da vücut bulan Grek destanının, Küçük Asya malı numulere göre teşekkül ettiği lehine çoktanberi şüphe uyanmıştır. Lidya kitabelerinde vezinli bir metin bulununca bu şüphe kuvvet kazandı. Acaba bir Küçük Asya destan nevi, İç Asya’dan tesir almış olamaz mı? Altay < Küçük Asya < Grekler yolunu tesbit etmek, bir keşif olurdu”.

21    İlk Çin kültürünün yayılışı hakkında yeni bir çalışma faraziyesi, “Tagungsberichte der Gesellschaft für Völkerkunde (Leipzig’te 1936’da vukubulan toplantı hakkında rapor)” Leipzig, 1937, s, 90-107.

22    Die archäologische Forschung in China, “Anthropos”, XXXII., 1937, 633-646.

23    L. Walk: Aufdeckungen über die Religion Altchinas. “Rechspost” (Die Quelle), 8. VIII. 1937, s. 217.

24    Japon bilgini S. Oqawa’nın bir tezi vardır; bu teze göre, Şangların dili bile Türk (daha doğrusu Türk-Mogol) dilidir. Bu nazariye de şüphesiz daha fazla tetkik ve takviyeye muhtaçtır. Ogawa, Şangların (yahut da bunların başlıca mürekkiplerinden birinin) "İlk Vatan”ını garbi Gobi çölüne kadar Dsungar ülkesinde arıyor. Oqawa’nın Japonca yazılmış olan bu husustaki kitabına (Shina-rekishi-chiri-Kenyu-zoker-schre, Kyoto ve Tokyo 1929) dikkat nazarlarımı çekmek lütfunda bulunmuş olanlar: Dr. Toh Yuho (yani Dr. Cyong-Ho Do) ve Dr. Alex. Slawik olmuştur.

25    Eberhard, a.a O. S. 103.

26    Bakınız: G. Haloun: Contributions to the History of Clan Settlement "Asia Major” I.

27    H. Kühn: Zur Chronologie der Sino-Sibirischen Bronzen. "IPEK”, Jahrgang 1935, 165-168. "İrani” yerine "Kafkas” demenin daha doğru olup olmayacağı sualini ortaya atmak, doğru gibi görünüyor. "Yafesi” dünyanın, demir sanayii ile olan eski ve büyük bağlılığına Marr kuvvetle işaret ediyor. (Der Japhetische Kaukasus und das dritte ethnische Element im Bildungsprozess der mittellädischen Kultur, Berlin-Stuttgart-Leipzig 1923, s. 73). Arkeoloji bakımından, Fr. Hancarın (Wien 1937) "Kaukasien” adlı monografyası, bu meseleler üzerine yeni ışıklar serpmektedir. Türklerin aslında bir demirci kavmi olmadıklarını, A. Alvöldi, herhalde haklı olarak daima tekrar etmektedir.

28    W. Amschler, a.a. O,

29    Artamanow, a.a. O. s. 25.

30    Hem o zaman, A. Zolotarev’in, Artamanow’a büsbütün zıt olarak, "No traces of reindeer breeding were found in the Neolithic sites of Siberia” (Am. Anthropologist, XXXX., 1938, 13) demekte haklı olup olmadığı görülecektir.

31    Mukayese ediniz: W. Koppers: Konnten Jägervölker Tierzüchter werden? Ein Beitrag zur Urgeschicte der Domestication, Biologia Generalis, VII., 1932, 179-186.

32    A Tousand Years of the Tartars s. 98.

33    Mukayese ediniz: "Wiener Beiträge zur Kulturgeschicte und Linguistik” IV., 1936, 174-395 ff.

34    Hofschläger: Der Ursprung der İndogermanischer Notfeuer, "Archiv für die Geschichte der Naturwissenschaften und der Technik”, VI, 1913, 174-188.

35    Yılın bu tarzda taksimine, W. Amschler (Biologia Generalis, VII., 1931, s. 450) Sibirya Altayı’nda rastlanmıştır. İstep göçebeleri, yazı teşkil eden "altı ay” da (İlkbaharın sonunda Sonbaharın ortalarına kadar) Altay’ın yüksek meralarına, sivrisinek ve sineklere karşı kendilerini muhafaza etmek ihtiyacı dolayısıyla çekilirler.

36    Bakınız: Fahri, Ziyaeddin Fındıkoğlu: Ziya Gökalp, sa vie et sa sociologie. Esasi sur l’influence de la sociologie française en Turquie, Paris 1936. Bu kitabı maalesef ancak R. Hartmann’ın Orientalist. Literaturzeitung XXXX, 1937, s. 37 de yaptığı tenkitten tanıyorum. R. Hartmann da teslim ediyor ki: “Pek az olan tarihi ve etnografik malzemenin içinde, Ziya Gökalp’ın hareket noktası olarak kullanabileceği noktaların mevcut olduğu doğrudur”. Tarihi-etnolojik sosyolojinin (ki “Fransız sosyoloji”sinde bunu bulmak pek kolay değildir) bugün çizdiği umumi tablo, Ziya Gökalp’ın tezini mükemmel surette desteklemektedir. Mukayese ediniz, mesela: W. Schmidt ve W. Koppers: Völker und Kulturen, Regensburg 1924. Hans Plischke, in: Japanisch-Deutsche Zeitschr. f. Wissensch. u. Technik, II., 1924., s. 463/476. -Sonra: Koppers’in: Handwörterburc der Soziologie (hrsg. v. A. Vierkandt) (Stuttgart 1931) de, “Aile” hakkındaki makalesi.

37    Burada, Cenuptan doğru gelen, aslında Türklere yabancı olan bir “iki sınıfa ayrılam” ile ilgiler bulunup bulunmadığı yakından tetkike değer. Bakınız: A. Alfödi, La Royauté double des Turcs (14 sayfa), İstanbul 1937. Al. Gahs, Spuren eines Zweklasssensystems in Nordasien (1931) (el yazısı; henüz basılmıştır).

38    Bunun iyice görülmüş ve ifade edilmiş olduğunu, W. Barthold: 12 Vorlesnngen... s. 10’da da müşahade ediyoruz. -Bununla beraber, büyük hayvan yetiştirme esasına dayanan Devlet teşekküllerini görmemek, bunlar karekteristik bir şekilde az sürdü diye, doğru olmaz. Bunlar, bir taraftan büyük Han Motun ve halefleri zamanındaki büyük Hiung-nu Devleti, sonra, Tuküe Türklerinin iki büyük devletidir. Şüphesiz her iki taraftan evvelce mevcut yüksel kültürlerden çıkan ilhamı da hesaba katmak lazımdır. Fakat her şeyi tılsımlı “İranî” sözü ile izaha kalkışırsak, hedefimizi aşmış oluruz.

39    Bu bakımdan her şeyin mefkut olmadığını, yahut mahvolmuş olmadığını, evvelce Gash, Türk-Moğol bahar törenlerinde, daha eski bir gençlik “initiation”ını meydana çıkarmakla göstermiştir. (Inrternationale Woche für Religions Ethnologie, Mailand 1925, Paris 1926, s. 228, f.) (Der heutige Satand... s. 138).

40    W. Barthold da, -Reşiddeddin’in peşine giderek- Şamanizm’in, çoban göçebelerin ilk dini telakki edilmemesi lazım geldiğine işarat eder. Kati olmamakla beraber dikkate değer bir vakıa du şudur ki, Şamanizm’i ifade eden bir kelime, Orhon Kitabeleri’nde bulunmamıştır. (W. Barthold, 12 Vorlesungen. s. 16), Burada şunu da kaybetmek lazımdır ki, Çin vakayinameleri, Hakas Kırgızlarında (Türkleşmiş “Yenisey”liler) Şaman’ların bulunduğundan bahsederler, halbuki Hiung-nular hakkında bundan bahsetmezler.

41    W. Barthold: Der heutige Stand. s. 138.

42    Berlin 1926.

43    Mukayese ediniz: Nehring, a.a. O. s. 38 f.

44    Mukayese ediniz: W. Koppers : Die Religion der Indogermanen in hren kulturhistorischen Beziehungen. "Anthropos” XXIV., 1929, 1073-1089. Ayni müellif: Die Indogermanenfrage im Lichte der historischen Völkerkunde. "Anthropos” XXX., 1935, 1-31. Ayni müellif: Pferdeoper und Pferdekult der Indogermanen. "Wiener Beiträge zur Kulturgeschichte und Linguistik”, IV. 1936, 279-411. Ayni müellif: Das magische Weltshöpfungsmysterium bei den Indogermanen Van Ginneken Festkscher. Paris 1938, 149-155.

45    Bakınız: Jensen, in: Hirt-Festchrift, Heidelberg 1936, s. 125 ff. "Indo-Germen-Samî” hakkında, bakınız: A. Schot, a.a. O. s. 45 ff. Sonra, A. Nehring: Studien zur indogermanischen Kultur und Urheimat, in: "Wiener Beiträge zur Kulturgeschichte u. Linguistic”, IV., 1936, s. 1, ff.

46    Das gazähmte Pferd im alten Orient, "Anthropos”, XXXI, 1. 936, 360-364. Mukayese ediniz: s. 392, ff.

47    G. Hermes: Der Zug des gezähmten Pferdes durch Europa. "Anthropos”, XXXI, 1938, 105-146, bilhassa bakınız: s. 116.

48    Ross und Reiter im urspünglichen Kaukasus, "Ipek” 1935, s. 59.

49    H. Maspero: Paris 1927.

50    Yakında, ayrı bir tetkikte, biniciliğin menşeini mütalâa etmeği düşünüyorum. Bittabi bunda, Ren geyiğine -binicilik hayvanı olarak -layık olduğu yer verilecektir.

51    Ben burada şüphesiz, daha ziyade tarla ziraatiyle meşgul Avrupa İndo-Germanleriyle, bu nevi ziraatten o kadar fazlasını ve o derece karakteristiğini tebarüz ettirmeyen Ariler arasındaki malum farkı düşünmüyorum. Bu farklar tali nevidendir, ve İndo-Germen’lik bahis mevzuu olunca, esas itibariyle o kadar mühim bir rol oynamazlar.

52    Bu hususta daha fazla tafsilat için, bakınız: Koppres, Pferdeopfer und Pferdekult der Indogermanen, "Wiener Beiträge zur Kulturgeschicte und Linguistik”, VI, 1936, s. 107.

53    Bu tezahürler hakkında fazla malumat için bakınız: Koppers a.a. O. aslında çoban göçebelerin malı olan atın, şimali Kafkas sahasında (bilhassa ortanın bakır devri esasında yani milattan önce 2. ve 1. binyıllarda) nasıl yerli ve aslen mederşahi bir istikamet alan verimlilik törenleri ile gittikçe daha fazla karıştığı, en iyi olarak Hancar’ın "Ross und Reiter im urgeschichtlichen Kaukasus (1. 1935, 39-65) adlı yazısında görülür. Aslen İndo-Germenliğin temeli üzerinde, her iki mürekkibin mezci, ihtimalki benzer bir tarzda vukua gelmiştir.

54    "İlk Türkler” halis göçebe idiler; halbuki "İlk İndo-Germenler” hiç bir veçhile aynı derecede göçebe değillerdi. Türklere gelince, onlar hakkında, Barthold (12 Vorlesungen, s. 40) gayet iyi olarak der ki, onlar yerleşir yerleşmez, halis Türk olmaktan çıkarlar.

55    A. Nehring, a. a. O. s. 156.

56    Gemeinsame Eigentümlichkeiten und Elemente der İndogermanischen, Türkischen und Mongolischen Sprachen” Spisanie. - (Bulgar İlimler Akademisi Dergisi) 1937, s. 149-196.

57    A.a. O. s. 105, 218 f., 228.

58    Malum olduğu üzere, Fino-Ugurları, Altaylılarla İndo-Germenler arasında vasıta olarak görmek, düşünülmüştür. Nehring, Studien’lerinde bunun aleyhine müteaddit kereler cephe almıştır. Son zamanlarda Fin âlimi Hämäläjnen, şu makelesinde aynını yapmıştır: Tarihi Halk bilgisi ve etnik menşe sahalarının makalesinde aynını yapmıştır: Tarihi Halk bilgisi ve etnik menşee sahalarının tayini (fince); makale: "Kalevalaseuran Vuösikirja 17, 1937, s. 127’de çıkmıştır.

59    C. C. Uhlenbeck : Oer-Indogermaansch en Oer-Indogermanen. Mededeelingen d. Kon. Akademie van Wetenschappen. Afd. Letterkunde, Deel. 77, Serie A. No., 4, Amsterdam 1935. Aynı müellifin: The Indogermanic Mother Language and Mother Tribe Complex. American Anthropologist, XXXIX, 1937, 385-393.

60    Ursprung der indogermanischen Sprachen. "Mannus”, XX., 1934, 115-127.

61    Die erste indogermanische Wanderung, Wien 1936. Aynı müellif : Die Lebensformen der İndogermanen. Wiener Beiträge zur Kulturgeschichte und Linguistik. Band IV.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder