Giriş
Cengiz Han evlâdından Gazan Han zamanında, bundan tam 700 yıl önce yazımına başlanıp, sonra 1304-1316 yılları arasında İlhanlı Hanı olan Olcaytu Han’a takdim edilen Cami”üt-Tevarih adlı eser, Türk kavramı açısından çok dikkate değer bir girişle başlamaktadır. Bazı peşin hükümler sebebiyle olsa gerek, bir kısım Türk tarihçileri tarafından ciddîye alınmayan bu girişte, kitabın düzenleyicisi Reşideddin Fazlullah (1248-1318) özetle, "bugün (kendi zamanında) Moğol diye anılan bir kısım boyların vaktiyle Türk olduklarını” belirtip şöyle diyor: 1
"Mağrib diyarından Hind Denizi nihayetine kadar yaşayanlar Türklerdir; ‘Deşt-i Kıpçak, Rus, Çerkes, Başgırd, Talas, Sayram, İbir, Sibir, Bular, Ankara Nehri, Türkistan ve Uyguristan diyarları, Naymanların kaldığı Erdiş (İrtiş) Gölü, İrtiş, Karakurum, Altay Dağları, Organ/Orhun nehri, Kırgız diyarları, Kem-kenciyut, Moğolistan diye bilinen birçok kışlak ve yaylak yerleri ki Kireyitlerin diyarı, Onon, Keluren, Köke-navur, Boyır-navur, Karkab, Köyen, Ergenekon, Kalır, Selenge, Töküm, Kalalçın-alt, Çin seddine bitişik olan Ötügün’de hep onların (Türklerin) kabile ve boyları otururlar. Bugün de bütün ‘Çin, Hind, Keşmir, İran-zemîn, Rum, Şam ve Mısır’a kuvvet ve şevketle hükmederler; Dünyanın meskûn olan kısımları onların idarelerindedir” (Moskva 1965, s. 72-75).
Bu Türklerin en başında bugün Türkmen denilen Oğuzlar vardır; ayrıca Kıpçak, Kalaç, Kanklı, Karluk ve diğerleri de onlara mensupturlar. Hatta bugün Moğol diye şöhret bulan Celayir, Tatar, Uyrat, Merkit ve gayrileri de sayılabilir. Bunlara Kireyit, Nayman ve Öngütleri ve diğerleri eklenebilir.. Bütün bunların lehçeleri birbirine yakındır. Fakat bütün bu Türk kavimlerinin oturdukları yerlerin hava ve suyundan dolayı özellikleri biraz farklı olabilmiştir (s. 77).
Reşideddin bir kısım bilgileri yazılı kaynaklardan bir kısmını her kavmin bilenlerinden nakledeceğeni söyleyerek şöyle devam eder: "Sahralarda oturan Türk kavimlerinin isimleri, Nuh Peygamber’in oğlu olan Abulca Han’ın oğlu Dib Yaquy Han’ın dört oğlundan gelmektedir. Nuh Peygamber ona (Abulca Han) kuzey, kuzey-doğu ve kuzeybatı taraflarını verip göndermişti. Dib Bakuy’un oğulları Karahan, Orhan, Gürhan ve Küz-han idi. Karahan’ın oğlu ise Oğuz’dur.
Oğuz’a bazı kardeş ve amca çocukları dost olmuşlardı; Oğuz’un altı oğlu ve herbirinden dörder torunu oldu. Sağ koldaki oğulları Kün, Ay ve Yulduz Han sol koldakiler ise Kök, Tak ve Dingiz Han’dır. Oğuz’a uyan ve dost olan biraderzâde ve amca çocukları da Uygur, Kanklı, Kıbçak, Karluk, Kalaç ve Ağaçerilerdir.
Oğuz’a dost olmayan amcaları Orhan, Küz-han ve Kür-han, kardeş ve oğulları ile ilgili ayrıntılar bilinmiyor. Bunlar bugün Moğol diye anılacaklar ise de ilk ve asıl isimleri Moğol değildir. İlk kısım Celayir, Sunit, Tatar, Merkit, Kürlevüt, Tolas, Tumat, Bulgacin, Kermucin, Urasüit, Tamgalık, Targut, Uyrat, Bergut, Korı, Telengüt, Köstemi, Uryanka, Korıkan ve en sonda Sakayitler vardır. Bir de Taciklerin Moğol dedikleri Kireyit, Nayman, Öngüt, Tenkqut, Bekrin ve Kırkızlar sayılabilir.
Bu arada bazı kavimler Ergenekon’dan çıkmış kabul edilirler. Genel ad verse söz konusu olduğunda Tatarların üstün olduğu zamanlarda bütün kavimlere Tatar derler; Moğol üstün ise, ekser Türklere de Moğol denilir” (84-85).
Reşideddin, Oğuz Han’ın torunları sayılan boyları belirterek doğrudan tarihî döneme girmektedir.
XIV. yüzyıl başlarında kaleme alınan Cihan Tarihinin girişinde, Asya’daki en etkili millet olan Türklerin tarihine böylece girilmektedir. Burada dikkati çeken, Türklerin doğrudan, dönemin telakkilerine uygun olarak Nuh Peygamber’in oğlundan getirilmiş olmasıdır. O sırada İlhanlı ülkesinde etkili durumda olan Oğuzlar=Türkmenler dolayısıyla böylesine bir giriş yapılmış olmalıdır. XIII. yüzyıl ile XIV. yüzyılda, dünyada ve özellikle İslam Alemi’nde Türk’ün güçlü, Türk kavramının en etkili bir durumda olduğunu ilerde (İbn Haldun’un şahitliği ile) de göreceğiz.
Türk’e bugün yazılan bir eserde böylesine tafsilatlı bir giriş yapmak, bunda önceliği Oğuz Han’a vermek tarihî vakıalara uygundur.
Türk, dünyanın geçmiş bin ve yüz yıllarında da etkili ve önemli bir unsur idi. İncelemeler milat yıllarından itibaren, adları Hsiung-nu/Hun olarak da geçmiş olsa Türklerin, dünyanın önde gelen başlıca dört (veya beş) büyük gücünden birisi olduğunu belirtir (G. Ferrand). Göktürkler, Karahanlılar, Selçuklular ve nihayet Osmanlılar büyüklüğün en çarpıcı örnekleridir.
Türk’ün önemi ve etkisi geçmişte kalmamıştır. Çünkü Türk bugünün de en etkili kavramlarından birisidir. XX. yüzyılın sonlarında dünyayı etkileyen iki büyük güçten Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında ABD’nin de aynı şekilde dağılabileceği gözönüne alınmaya başlayınca, şu düşünce dünyayı etkilemiştir: Gelecek yıllar veya yüzyıllarda kimlerin yıldızı parlayabilir?
Türk’ün bugün Türkiye Cumhuriyeti’nde kullanılan anlamı ve kavram genişliği, son yüzyılın eseridir. XIX. yüzyılda, Osmanlı Devleti çöküş sürecine girince, kendilerini farklı görenler, birer ikişer ayrılınca, bazı insanların devletinden ayrılmak gibi bir düşünceleri olmadı. Bir büyük kitle, devletine bağlı kalmaya devam etti. 1918’de, Birinci Cihan Harbi sonrasında girişilen Millî Mücadele’nin ardından devam eden devletin artık Osmanlı adıyla da bir bağı kalmadı. Bu sebeple, devletine sahiplenenlerin kendilerini, bir yeni ad ve kavram içinde hissetmesi gerekiyordu. Bu yeni kavram, pekâla Türk olabilirdi. Böylece, 1920 sonrasında vaktiyle kendilerine hangi kıstaslarla Osmanlı dendiği ayrı bir konu olan, Osmanlı Devleti’nin çocuklarının, artık "Türk” oldukları vurgulandı. Devletine, XX. yüzyılda sadık kalanlarının Türk olduğuna inanıldı. Böylece "Türk”e, Batı’da XX. yüzyılın ilk çeyreği içinde yepyeni bir anlam yüklendi.
Türke bu türden yeni bir anlam verilmesini, bugün, büyük siyasi güçler ve onların belirlemelerini kesin bir gerçekmiş gibi kabul eden bir kısım Türkler de kabul edilemez bulmaktadırlar. Oysa; "Türk”, belirli bir dar etnik veya dini küme olmaksızın, ortaya çıkan yeni gerçekler ışığında, olağan benimseme, bir kabullenme olmaktadır. Bu türden bir adın, üzerinde yaşadığımız coğrafya için en yararlısı, hatta en iyisi olacağını Atatürk kesin ve açık bir şekilde görmüş ve göstermiştir. Bu yalın ve kesin gerçek, içerdeki ve dışardaki ‘bilgiç’lere (!) rağmen değişmeyecektir.
Günümüzde, Türkiye’deki durumu, tarihî geçmiş açıkça göstermektedir ki, Türklerin kopup geldikleri İç Asya’da bir büyük kitle olmuştur. İşte bu büyük kümeden arta kalanlar, ayrı gelişmelerin etkisiyle, kendilerine farklı adlar vermiş veya verdirilmiştir. Kazaklar, Özbekler, Kırgızlar, Türkmenler, Tatarlar, Uygurlar, Başkurtlar, Altaylılar, Sakalar, Tuvalar, Hakaslar vb. Bu isimler, vaktiyle kendilerine hakim olan başka büyük siyasi güçlerin de uygun buldukları adlardır. Ancak hepsinin konuştuğu dilin aynı olduğunu, dil bilginleri kesinlikle tespit etmişlerdir. Bunların tamamına Türk değil ama, Türk dilli (Türkçe konuşan) halklar da denmektedir. Bu bütün isim sahipleri, adlanma konusunda, birçok yönden etkilenmek istenmektedirler. Tahmin edileceği gibi, Osmanlılar, eğer Batı Asya’da ve Doğu Avrupa’da aynı kültüre sahip büyük kitleyi bir siyasi birlik halinde toplayıp, bir yeni bileşim ve oluşumu gerçekleştirmemiş olsalardı, tıpkı, Kazaklar, Kırgızlar veya Özbekler gibi Osmanlı, Germiyanlı, Karamanlı, Saruhanlı gibi yeni milletler de çıkmış olabilirdi.
Vaktiyle Göktürk Devleti dediğimiz büyük siyasi gücün hakim olduğu coğrafya içerisinde yaşayanlar da kendilerine, daha uzak coğrafyadaki kardeşlerinin verdikleri Türk adını pekala kabullenebilirler. Ancak bu hiçbir zorlama olmaksızın gerçekleşmeli, olağan bir kabullenme olmalıdır.
Türkler, gelecekte yükselebilecek milletlerden birisidir. Çünkü Türkler tarih içinde de en azından üç büyük zamanda dünyanın en büyük ve en etkili devleti olmuşlardı.
a. M.Ö. VI-V. yüzyılda, Sakalar,
b. M.S. VI-VIII. yüzyıllarda Göktürkler,
c. M.S. XI-XVI. yüzyıllarda Selçuklular, Cengizliler, Temürlüler ve Osmanlılar.
Hemen belirtelim ki ilk dönemdeki ad, belki de yaygın olarak doğrudan Türk değildir. Ama bunların aralarında Türk olduğu, son yılların bilginleri daha bir açıklıkla söyleyebilmektedirler (D. Sinor). Bu sebepledir ki Sakalar/Skitler kesinlikle sonraki zamanlarda Türk diye anılanların atalarıdır.
Türk, hem geçmiş zamanların hem de günümüzün etkili bir kavramı ve halkıdır. Türkü bilmeden, tanımadan zaman ve dünyayı tam olarak tanımak ve bilmek mümkün olmayabilir. Bu yüzdendir ki Türk, daha milâd yıllarından itibaren, kendilerinden daha çok komşularının dikkatini çekmiş, bilinmek ve tanınmak istenmiştir. Bu sayededir ki Türklerin geçmişi hakkında, farklı zamanlarda ve farklı kaynaklardan bilgilere sahibiz.
Gerçi, Türklerin içine girip onları çok iyi tanımadan, uzaktan ve kimi zaman kulaktan dolma bilgilerle de Türkler anlatılmaya çalışılmış ve anlatılmıştır. Elbette bütün bu tür bilgilerin de kendine göre bir değeri vardır. Mitoloji ve efsâne ile içiçe olan bu tür bilgilerin de bir gerçeği yansıttığına inandığımızdan, her bilgi ele alınmaya çalışılacaktır.
Konuya girmeden önce, büyük ve etkili bazı problemlerin bizi etkilediğini belirtelim. Bunlar başlıca iki ana kesimde ele alınabilir:
1. İsim Meselesi,
2. Mekân Meselesi.
1. İsim Meselesi: Türk lafzı, yaygın bir düşünceye göre ancak VI. yüzyılda görülür. Gerçi bu adın daha önceki yüzyıllara, hatta bin yıllara kadar gittiğini ileri süren bilim adamları da vardır. Hatta önceki yüzyıllarda da (IV. ve V. ) Türk adıyla ilgili bazı kayıtlar (Haussig) genel kabul görmüştür. Fakat V-VI. yüzyılda ortaya çıkan Türklerin eskiliği konusunda bazı bilim adamlarının ciddî şüpheleri vardır. Şüphesiz VI. yüzyılda ortaya çıkan bir kavramın, en azından dört-beş yüzyıl kadar sürebilecek bir hazırlık dönemi olmak gerekir.
Gerçi, doğrudan yazılı tarihî kaynaklarda açıkça belirlenmese de, kimi zaman Türk’ün önceki yüz ve bin yıllardaki geçmişine gidebilecek bilgiler de çoktur. T’ang sülâlesinin kurucusu T’ai-tsung’un çağının Türklerinden (Göktürklerden) söz ederken, kimi zaman onlardan Hun=Hsiung-nu diye bahsettiği, Çin kaynaklarına da (T’ang Sülalesi Yıllığı) yansımıştır. Göktürk=Hsiung-nu/Hun devamlılığının pek çok kanıtı da vardı. Burada da açıkça bellidir ki Türk, sadece VII. yüzyılda değil, en azından yedi-sekiz yüzyıl önceden beri mevcuttur.
Çünkü 552 tarihinde Göktürk Devleti’ni kurduğu kabul edilen Bumin Kağan, bu zamana kadar bir başka kimlik taşıyorken birden bu tarihte Türk olmamışsa, Bumin Kağan’ın baba ve atalarının da Türk bütünlüğü içinde olması doğaldır. Nasıl ki 1881 tarihinde Osmanlı vatandaşı olarak doğmuş, büyümüş ve yetişmiş olan Mustafa Kemal Paşa, 1923’te birdenbire Türk olmadığı gibi. Mustafa Kemal Paşa’nın sadece kendisi değil, baba ve anası gibi ataları da aynıdır ve onlar Osmanlı değil, Türktür. XIX. ve XX. yüzyılda herkesin ve tarihin gözü önünde Osmanlı ve Türk kavramları böylesine içiçe girmiştir. Göktürk çağında da Türk kavramı ile siyasî iktidarı elinde tutan devlet veya devletlerin adı karışmış olabilir. Ancak yakın yüzyıl gelişmelerinin ışığında, yabancı araştırıcıların bilimsel titizlik namına, Türklerin varlığını 552’de başlatmalarını anlamak güçtür.
Bu türden karışıklık sonraki yüzyıllarda da devam etmiştir. Hazarlar, Uygurlar, Karahanlılar ve Selçuklular da böylesine isim olarak dikkati çekerler. Selçuklular zamanında, Avrupalılar bugün üzerinde yaşadığımız topraklarda Türkler oturduğundan dolayı "Türkiye” dediklerinden bugün o devlete Türkiye Selçukluları diyebiliyoruz. Fakat tarihi dönemlerdeki bütün bu isimler yaygın ortak özelliklere sahiptirler. Kendileri bu özelliklerinin farkında olmadığından veya bu konuda titiz davranmadıklarından adları farklı olabiliyor. Fakat komşuları onların hemen aynı büyük kültür birliğine mensup olduğunu görüyor ve yazıyorlardı. Türk adının yol açtığı yaygınlık doğrudan Göktürk çağından, Türk adını taşıyan bir siyasi teşekkülden meydana gelmiş olabilir. Fakat asıl önemli olan mevcut büyük kültür birliğini farkeden komşularının Araplar, Bizanslılar ve Çinlilerin yazdıklarıyla durum daha iyi anlaşılır olmuştur.
Çin kaynakları, farklı şekilde yazdıkları birçok boy ismini Göktürklerle aynı dil ve kültüre sahip göstermektedir. Türk kavramı, aynı zamanda ve asıl olarak bir kültür birliği demektir. Görülen o ki, Türk adını taşıyan bir boyun ismi, kendisiyle aynı özelliklere sahip öteki alt isimli boylara da yayılmıştır.
Bilmek gerekir ki Türk hem bir isim hem de daha önemlisi bir büyük kültürel birliktir.
2. Mekân= Coğrafya Meselesi: Türk’ün belirli bir şekilde ele alınıp algılanmasında, mekân büyüklüğü olumsuz bir önem taşımaktadır. Dünyadaki birçok etkili milletin, kendi coğrafyaları üzerinde belirli bir geçmişin içinden yoğrulup gelmesi esasındaki millet veya medeniyet tanımları, Türklerin geçmişine uymadığından bazı meseleler ortaya çıkıyor.
Böylece coğrafyanın genişliği ve farklılığı, Türk Devleti’nin ve milletinin geçmişine yönelen sorular için olumsuzluk içeriyor. Bugün kendisine Türk diyenlerin yaşadığı Anadolu sahasına Türkler sonradan geldiklerinden buradaki geçmişin bir dönemi, Türkler için yabancı idi. Buna karşılık Türkçe konuşanların (resmen de Türk dilli sayılan) yaşadıkları yerlere Türklerin genellikle sonradan geldikleri ileri sürülürdü. Aynı şekilde yakın yıllara kadar (Sovyet zamanında) kendilerine "Türk” oluşları ile ilgili herhangi bir bilgi sunulmayanların topraklarına geldikleri belirtiliyor ve Göktürk zamanı ile sınırlandırılıyorlardı.
Oysa, Türk ile ilgili bilgileri gördükten sonra, mesela, günümüz Kırgızistanı’ndaki Issık göl çevresinin Türkün en eski yurdu olabileceği ortaya çıkıyor. Ama aynı anda doğuda Göktürklerin merkezi Ötüken yöresi, XI-XIV. yüzyıllara kadar devam eden hatırası ile dikkati çekiyor. Aral denizi çevresi ile Hazar denizi etrafı da çok yönlü bilgiler içeren coğrafyalardır. Şimdiki Kazakistan sahası da Türkün en eski zamanlardan yaşayıp geldiği yerler olarak kabul edilebilir.
Coğrafya, şu halde konumuz için hem etkili, ama aynı zamanda çok geniş alanları içine alabilecek bir kavramdır. Bu geniş alanlara bugün Türkler dışındaki bazı devletler hakim bulunduğundan konu ciddî bir önem taşır. Türklerin hem öncesinde hem de tarihî devirlerde, kendi ülkelerinin bir kesiminde yaşadıklarının vurgulanması, önemli siyasî sonuçlara da yol açabilir. Vaktiyle etkili olan bu endişe, "Türk” kavramından mümkün olduğunca az söz edilerek giderilmeye çalışılırdı. Aynı durum bir kısım devletler için (Rusya, İran, Çin ve Moğolistan) günümüzde de geçerlidir.
Şimdi, Türk denilen o büyük denizin içine girmeye çabalayalım. Zihnimize takılan bazı sorular şunlardır:
1. Türk kelime olarak nedir? Bu isim ne zaman ortaya çıkmıştır? Nasıl bir anlam taşımış ve Türk ile ilgili özellikler neler olmuştur?
2. Türk veya daha doğru bir deyimle Türklerin ataları ilk olarak nerede, hangi coğrafyada ortaya çıkmıştır?
3. Türklerin ataları hangi tarihte ortaya çıkmıştır?
Bunu bilmenin yolu, tarih metodunun içinde yer alan, daha alt üç yolla mümkün olabilir.
a. Türk dilinin geçmişi,
b. Türklerin tarihte yaşadıkları sahalardaki arkeolojik kalıntılar,
c. Türklerin veya komşularının destanî bilgileriyle.
Bütün bunlar, zaten kıt olan Türklerle ilgili yazılı bilgileri ancak tamamlayabilecektir.
I. Türk Ne Demektir
A. Türk-Türük
1. Türk
Türk adının telaffuzu yâni seslendirilmesi dikkate değer bir dil meselesi olarak görülüyor. Her ne kadar bu isim günümüzde açık ve kesin olarak Türk şeklinde ise de, zaman içinde bir değişme ve gelişme geçirip geçirmediği tartışılabilir.
Türk adı farklı alfabelerde bu şekilde mi yazılıyordu? Arap alfabesindeki imlâsıyla ilgili olarak Terk/Türk benzerliğinden söz edilebilmiştir. Arap kaynaklarında Türk ismi VI. yüzyıl sonlarından itibaren görünmekle birlikte T. r. k ünsüzleri arasında, o, u, ö veya ü seslerini açık olarak belirlemek güçtür. Ünlülerin e, a, ı, i olmadığı kesinlikle açıktır. Arapçadaki telaffuz, belki de kalın olarak "Turk” şeklindedir. Araplar, en erken bir zamanda Türk’ü bilmişler ve tanımışlardır. Ancak Arapçada Türk’ün imlâsı, kalın ve ince ünlü iki "T” harfinden ince olanı (te) ile yazılıyordu. Bu sebeple Arapçada Turk’taki "u” kalın ve sert bir sesli olmayıp, Arapça içinde "ü” veya ona yakın bir ses kabul edilebilir. Ön Asyalı bir alfabeye sahip Süryani kaynaklarında da Tourkaye =Turkaye okunuşu, kalın ünlü "u” okunuşunu destekliyor. Bizans kaynaklarındaki seslere göre bu isim u-o arasındaki bir şekilde okunabilir: Tourkos gibi. En eski (XI. yüzyıl) Rus kaynaklarında Tork olarak bilinmektedir.
Türk’ü erken devirlerde bilip tanıyan Batı komşularının günümüzde yorumlanabilen tercihleri, "Turk” okunuşu yönündedir (Araplar, Bizanslılar, Ruslar). Turk okunuşu, erken dönemlerde, kavramı ilk duyan veya kaydeden kişinin tercihine göre bilinmiş olarak yorumlanabilir.
Türk dilinden kalan yazıtlarda, Göktürk alfabesinin özelliği sebebiyle, "T” sonrası sesin "ö” veya "ü” olduğu kesindir. Buradan anlışılıyor ki telâffuzda "ü” sesi etkin bulunmaktadır. Alfabelerinin tanıdığı imkânlara göre XI. yüzyıldan sonra tanıyanlar da hep böylesine bir okunuşu kaydetmişlerdir. Böyle olunca Arap alfabesiyle, VI. yüzyıldan itibâren görülen T.r.k imlâsı kesinlikle Türk okunmalıdır.
2. Türük
Türük şeklindeki iki heceli imlâ, hem geçmişte (VIII. yüzyıl) hem de günümüzde görülmektedir. Bugünkü Türkler, aynı büyük kümeden bazı insanlar ve ülkeler tarafından iki heceli olarak ifade edilmektedir: Türük. A. Battal Taymas’tan öğrendiğimize göre XIX. yüzyıl sonlarında Kazan ve Kırım Türkleri, kelimeyi Türük şeklinde telaffuz ederlermiş (A. Battal Taymas). S.M. Arsal da şöyle der:2 "Türük kelimesi, Türk isminin yanlış bir telaffuzu ve imlâsından başka bir şey olmasa gerektir. Birçok (Türk) lehçeler(in)de bugün de Türk isminin Türük telaffuz olunduğu malumdur.” Buna benzer şekilde, Macarcadaki Török şekli de dikkate değer bir örnektir.
Gerçekten de VIII. yüzyıla ait Göktürk metinlerinde, bu dile ait alfabede Türk yanında Türük şekli de bulunmaktadır. Ayrıca Uygurca Oğuz Destanı’nda, Oğuz Han’ın akıl danıştığı kimselerden birisinin adı Uluğ Türük idi (Bang-Rahmeti, Oğuz Destanı).
Japon Bilgini Prof. Masao Mori (1921-1996), Türk ve Törük adları üzerindeki bir incelemesinde Tü-küe/Tucue’nin doğrudan Türk’ü karşıladığını kabul eder (G. E. Pulleyblank’e katılır). Göktürk metinlerinde mevcud olan iki ayrı imladan Türük’ün, Çin kaynaklarında Kağnılı anlamındaki Tieh-le’nin Türkçe karşılığı olduğunu belirtir. Kağnılı boyları, eski büyük hakanlığın daha ziyade batı kanadında oturmakta idiler. Prof. Mori’ye göre Batı kanadındakiler kendilerine Türük, fakat doğu kanadındaki boylar ise Türk söyleyiş ve imlasını kullanmışlardır.
Prof. Mori’nin belirlediği bu gerçek, milat yıllarından önceki bir büyük birliğin, Türk adını kesinlikle bilemediğimiz, fakat Batı/Yunan ve Roma kaynaklarının Skit, İran kaynaklarının ise Saka dedikleri Hakanlığın içinde oluşan bir netice olabilir.
Bir kısım araştırıcılar, Türk’ün "türemek = yaratılmak, var edilmek,” fiilinden çıktığını düşünerek, iki heceli Türük şeklini olağan görmektedir. Türkçenin iç ahenk kuralları gereğince kelimenin, Török< Törük< Türük şeklinde ve gelişmesi olağandır.
B. En Eski Şekil ve Anlamı
1. Türk’ün En Eski Şekli
Türk’ün en eski şeklinin iki heceli olması gerektiğine dair, XX. yüzyılın son çeyreğine kadar süren bir yaygın kabullenme vardır. Çincedeki Tu-küe imlasının da etkisiyle, iki heceli isim konusunda bilginlerin teklifleri olmuştur. Marquart ve P. Pelliot, Türküt, P. A. Boodberg Türküz, S. G. Clauson ise Türkü kabul ederler. Hatta bu adın, Török’ten başlayarak Törük< Türük gibi iki heceli şeklinden tek heceli Türk şekline geçtiği, geliştiğini kabul edenler de (L. Bazin) vardır.
Ancak, en son araştırmalar (G. A. Pulleyblank) Çincedeki Tu-küe şeklinin tek heceli olduğunu göstermiştir. Daha da önemlisi bu isim Göktürklere ait ve VI. yüzyıldan kalma Bugut kitabesinde (Litviç-Klyaştornıy) soğd alfabesiyle tek heceli olarak yazılmaktadır: Türk. Prof. Denis Sinor, daha milat yıllarında Latin ve VI. yüzyıl Bizans kaynaklarında da tek heceli olarak Türk imlâsının esas olduğunu belirtir.
Türk, aslında tek heceli olup, ancak zaman içinde ve farklı coğrafyalarda, halkın mahallî söyleyişi olarak (Kazan, Kırım) iki heceli olmuş ve bu tür söyleniş, VIVII. yüzyıldan başlayarak yüzyıllardır devam etmiştir.
2. Anlamı
a. Türk her şeyden önce bir kişi oğlunun, yani insanın adıdır. Uygurca Oğuz Destanı’nda Oğuz Han’ın danıştığı akıllı kişinin adı "Uluğ Türük” idi. Göktürk metinlerinde de Türk Bilge Kağan, kendisinin aynı zamanda "kişi oğlu” özelliğini vurgularken, bu gerçeği yansıtmış olabilir.
Türk, Ön Asya mitolojisinde ise Nuh Peygamber’in torunu, Yafes’in oğlunun adıdır. Genelde kavim ve kabilelerin, bu arada Türk Boylarının birer kişiye bağlanması geleneğinden çıkmış olması gereken bir rivâyete göre de Türk, Nuh Peygamber’in torunu, yani Yafes’in oğullarından birisidir. Bu sebeple Uluğ Beğ’in eserinde kendisine Türkçe "Yafesoğlan” da denmektedir. Onun olağan kabul edilebilecek kardeşleri yanında, Çin ve Rus’un da olması, apayrı bir rivâyetin yankısı olsa gerekir. Bu arada hemen ilave edelim ki Uluğ Beğ’in eserinde Osmanlıların atalarının 15 göbekte Oğuz Han’a ulaştığı rivâyeti yanında, onların 55. nesilde Maçin bin Çin bin Yafes bin Nuh’a ulaştıkları da belirtilir.
Önemli olan, XII-XV. yüzyıllarda, doğrudan Türk adlı bir insanın, bir zamanlar Issık göl dolaylarında yaşamış olmasına inanılmasıdır. Gerçi bu inanışın esası, Tevrat rivâyetleri ile başlamış, sonraki İslam devri kaynaklarının bilgileri ile yaygınlaşmıştır. Ancak bunlar arasında da farklılıklar mevcuttur. Mesela; Reşideddin’in söz ettiği Oğuz Destanı’nda Yafes’in oğlu Türk değil, Olcay Han’dır. Hatta doğrudan Yafes’e bu adın (Olcay) verildiği dahi söylenirmiş.
Türk, bir tür aile içi ilişkilerle ilgili bir kelime de sayılabilir. Netekim Türkün, Başkırtlarda kadının baba-evinden getirdiği mal (mesela hayvanlar=atlar) demektir (Togan, Hatıralar). Benzer bir kelime Törkün, Kırgızlarda da mevcuddur.
b. Türk, ayrıca Türkçe bir kelime olarak da bir anlam taşımaktadır. "Türk”ün anlamı ile ilgili olarak Göktürk Devri Türkçesindeki metinlerde açık bir kanıt yoktur. Fakat muhtemelen "Türk”, Göktürk çağından sonra da aynı anlamda bir kelime olarak Uygur çağı Türkçesinde devam etmiştir. F. W. K. Müller’in tespit ettiğine göre metinlerde Türk, "erk” ile birlikte geçmekte ve "kuvvetli, güçlü” anlamında olmaktadır. Bu anlamı, Türkçe metinlerin ruhuna da uygundur. Bir kısım araştırıcılar Türk’ün bu anlamı sebebiyle, Türkler tarafından bir kavim adı olarak benimsendiğini ileri sürerler.
Türk kelimesinin yukarda sözünü ettiğimiz anlamı, bu kelimenin görüldüğü Türkçe belgelere göre açıklanabilir. Göktürk yazıtlarında "Türk yiğit Beyler, buyruklar, tigitler” geçtiği gibi, Uygurca metinlerde de "Türk çerig” biçiminde de görülüyor. Buradaki "Türk”, yukarda sözü edilen anlama göre, yani "güçlü, kuvvetli” olarak açıklanabilir. Kutadgu Bilig’de de "erk” ile birlikte geçtiğinde Türk, "güç, kuvvet” anlamındadır. Ancak orada, Türk artık bir millet adı olarak da vardır.
Kaşgarlı Mahmud, XI. yüzyıl sonlarında kaleme aldığı eserinde Türk adının anlamıyla ilgili bilgiler de vermektedir. Ona göre Tanrı’nın doğrudan kendi kavmine verdiği bir isim olan Türk aynı zamanda "kemal, olgunluk çağı” anlamındadır.
Türk kelimesi, ilk zamanlardakine yakın bir anlamını Çağataycada da korumuştur. Babür’ün çağında (1483-1530) Türk "mert, yiğit, kahraman ve cesur asker” gibi anlamlarda idi: "Türk ve merdane ve kılıçlık yiğit idi”. "Ahmet Bek, "Türk kişi, veli merdane ve devlet-hak idi” denmektedir. R. Rahmeti Arat, Babürname’yi sadeleştirirken buradaki "Türk”e "kaba” mânâsını vermiştir.
XI. yüzyılda Selçuklu Devleti’nin kuruluşundan sonra İran etkisiyle olsa gerek, bazı yörelerde Türk’ün anlamı biraz değişmiştir. XIII. yüzyıldan itibaren Türkiye Selçuklularında (A. Eflaki ve Elvan Çelebi) başlayarak "saf, sade-dil ve bahadır”, hatta "kaba” anlamı belirmeye başlamıştır (Elvan Çelebi). Çünkü Türk, bir yönüyle şehirlerde oturmayan kimseler gibi bir anlam kazanmaya başlamıştır. Şehirlere yerleşenler ise, artık o şehrin kimliği ile (şehrî) anılır olmuşlar, "Türk ve şehrî” ayrı iki zümre gibi gösterilmiştir.
Osmanlı devrinde, özellikle XVI. yüzyıl sonrasında Türk’ün anlamı da yukardakilerin bir devamı niteliğindedir.
Yakın zamanlar: XIX. yüzyılın insanı Ahmed Vefik Paşa’nın Lehçe-i Osmanîsi’ne göre Türk, "sahra-nişin olub Şehristana dahil olmayanlara Türk ve Oğuz ism-i umumisi kalmağla ileride Türk tabiri kaba, rustaî (köylü), Oğuz sade, safdil, manasına sarf olunmuştur” denmektedir. Batı Türklüğünde, Oğuz ile Türk’ün anlam olarak birbiriyle karışmış olduğunu da belirtelim.
3. Başka Milletler
Türk’e komşu olan milletler de Türk kelimesine belirli bir anlam vermişlerdir. Bunlar arasında özellikle Çinliler ve Araplar dikkati çeker. Çin kaynaklarına göre Türk (=T’u-küe/Tu-chueh) "miğfer-tulga” anlamında imiş. Türkler bu adı, oturdukları yöredeki miğfer=tolga biçimindeki dağın şeklinden almışlar imiş.
Geçen XIX. yüzyıldaki araştırıcılar Türk adının anlamı olarak, Çin kaynaklarının belirttiği bu anlamı hep önde tutmuşlardır. Gerçekten de Hoten (Sakalarının) dilinde "örtü, kapak” anlamında Tturak kelimesi (Türkçesi kapqag) vardır. Bu söz kavim adı olarak Türk ile aynı olduğundan Çin kaynaklarının ifadesinin bir temeli vardır. Fakat bu yorum, sadece bir kelime benzerliğine dayandığından, sonraki devirlerde, kültürel bakımdan herhangi bir etkinliği olmamıştır. Bu arada Arap harfleriyle Türk ile aynı yazılan bir Farsça kelimenin anlamı da miğfer-tolga demektir.
Araplar, Türk’e Arap alfabesindeki yazılışı sebebiyle daha değişik bir anlam da yüklemiştir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, terk ile Türk aynı sessiz harflerle T. r. k yazılıyordu. Cahiz başta olmak üzere birçok Arap kaynağı ve bu arada coğrafyacılar, Türk’e, "terk”e bağlı bir anlam vermişlerdir. Bir kısım insanlar Yecüc-Mecuc seddinin ötesinde terk edilmiş bir kavim olduklarından dolayı, o insanlara terk yani terk edilmiş olan anlamında Türk denmiştir. Gerdizî’ye (ö. 1048) göre Türk diyarı insandan hali, yani terk edilmiş olduğundan bu ad verilmiştir: "Mamurluktan uzak olduğu için Türkistan ülkesine Türk adı verildi”.
Türk, yukarda da belirttiğimiz üzere, Türklerin genellikle Arap alfabesini kullandıkları zamanlarda, on dokuzuncu yüzyıl sonlarına kadar Arap alfabesinde esas olarak t. r. k "Terk” diye de okunacak biçimde yazılırdı. XIX. yüzyıl sonlarında bir kısım Türkler, bunu "terk”den ayırmak ve açık olarak "ü” okutmak üzere bir vav harfi eklemek istediler (T. u. r. k). Ancak Türk’ün, yüzyıllardır devam edegelenin aksine böyle yeni bir imlâ ile yazılışı önceleri hayli yadırgandı ve "Türk”ü yeni Arap alfabeli imlâsı ile yazanlar "Vavlı Türk” diye küçümsendi.
C. Yeni Mânâlandırmalar
1. Kaşgarlı Mahmud’a göre, Türk hakkındaki en eski bilgilerden birisini vermiş olan Kaşgarlı Mahmud, 1074’te yazdığı eserinin Türk maddesinde (Besim Atalay Çevirisi, I, 350-351) şöyle demektedir:
"Türk Tanrı yarlığayası Nuh’un oğlunun adıdır. Bu Tanrı’nın, Nuh’un oğlu Türk’ün oğullarına verdiği bir addır. Türk sözü Nuh’un oğlunun adı olduğundan bir tek kişiyi bildirir: Oğullarının adı olduğunda ‘beşer’ kelimesi gibi çokluk ve yığını bildirir. Nitekim Rum kelimesi İshak oğlu Iysu’nun oğlu Rum’un adıdır; oğulları da bu adla anılmıştır. Türk kelimesi de böyledir.
Bize ad olarak Türk adını Ulu Tanrı vermiştir dedik. Çünkü (İslam Peygamberi’nin söylediği) hadis şöyledir: Yüce Tanrı ‘benim bir ordum vardır, ona Türk adını verdim, onları Doğu’da yerleştirdim. Bir ulusa (kavme) kızarsam Türkleri o ulus üzerine musallat kılarım’ diyor. İşte bu Türkler için bütün insanlara karşı bir üstünlüktür. Çünkü Tanrı onlara ad vermeyi kendi üzerine almıştır. Onları yer yüzünün en yüksek yerinde, havası en temiz ülkelerinde yerleştirmiş ve onlara ‘Kendi Ordum’ demiştir.
Bununla beraber Türklerde güzellik, sevimlilik, tatlılık, edeb, büyüklerini ağırlamak, sözünü yerine getirmek, sadelik, öğünmemek, yiğitlik, mertlik gibi sayılmaya değer nitelikler görülmektedir”.
2. Türk adının XIX. ve XX. yüzyıl bilginlerince, araştırmaları sonucunda teklif edilen anlamları da bulunmaktadır. Bir yaygın yorum, Türk’ü, "törü-mek= türe-mek” köküne de bağlamaktadır. Nasıl "yürümek” mastarından yörük veya yürük varsa, "türe-mek”ten de, türemiş, var olmuş, yaratılmış anlamında Törük kelimesi ortaya çıkmış olabilir. Zaten "Türk” adının yaygın bir şekli de Törük=Türük, biçiminde olup bu da "var olmuş, ortaya çıkmış, bir şekil kazanmış” anlamında olabilir. Hatta "Türk”ün bu anlamı, Kaşgarlı Mahmud’un söyledikleri ile de desteklenebilir.
Türk’ün belirli bir kökten çıktıktan sonra, anlam bakımından gelişmiş olabileceği ileri sürülüyor. Buna göre Türk, öncelikle "var olmuş, türemiş” anlamında olmuş, daha sonraki bir dönemde "güçlü, kuvvetli” anlamlarını kazanmıştır. Gerçi G. Clauson gibi, Türk’ün "sert, güçlü, kuvvetli” mânasının G. Nemeth’in ileri sürdüğü kadar etkili olmadığını söyleyen bilim adamları da vardır. Fakat XI. yüzyıla doğru bu anlam da yumuşayarak, "gelişmiş, kemâle ermiş, olgunlaşmış” şekillerini almıştır.
İbrahim Kafesoğlu, bilinenleri şöyle özetlemiş idi (Tarihte Türk Adı; İslam Ansiklopedisi, Türkler mad): Türk kelimesinin ilk ortaya çıkan şeklinde "var olmuş, yaratılmış, şekil kazanmış” yani "varlık ve insan” manası seziliyor. Uygur metinlerinde ise Türk’ün "güçlü, kuvvetli” anlamı vardır. Daha sonra ise Kaşgarlı Mahmud devrinde artık "olgunluk” anlamı yüklenmiştir. "Türk” XI. yüzyılda artık "kemâle ermiş ve olgun” anlamındadır.
Türk kelimesinin anlamı olarak, "nizamlı, düzenli ve töreli” demek olduğunu ileri sürenler de vardır.
Görülüyor ki Türk anlam olarak oldukça belirgin bir genişliğe sahiptir.
Kısaca yeniden özetlersek: Türk adı, bu şekilde Türkçenin eski kültür kelimelerinden birisi olarak milattan önceki bin yıl sonlarında oluşmaya başlamış, milat yıllarında kesin olarak bir küme insanı, bir halk topluluğunu karşılayan, içine alan bir özellik kazanmış olmalıdır. Böylesine bir anlam özdeşliği sebebiyle, benzer ve ortak özellikler içeren, fakat kendilerine ayrı alt isimler de verilen insanlar (Türkler) için de birleştirici bir ad olmuştur.
Göktürk Devleti, ismiyle ve cismiyle, kısacası her şeyi ile tam bir Türk Devleti idi. Bu devletin Türk varlığının ve Türk adının, insanlığın değil, ancak uluslararası ve özellikle Batı dünyasındaki tarih sahnesine çıkışı çok etkili olmuştur. Böyle bir siyasi birlik, kendi zamanında Türk oluşu ile, hem siyasi hem kültürel büyük etkiler yapabiliyordu. Asya ve Avrupa’nın bir kesimini birleştiren bu büyük devlet, muhakkak mirasa sahip olmuştu. Aynı şekilde adıyla olmasa da, siyasî birliği sebebiyle, Osmanlı Devleti’nin etkili durumunu ve Türklük açısından önemli katkılarını, ilerde ayrıca söz konusu edebileceğiz.
II. Türk’ün İnsan Boyutu
A. Türk İnsanı ve Fizikî Özellikleri
Kendilerine Türk adı verilenler acaba kendileri veya komşuları tarafından nasıl tanınmakta ve nasıl bilinmektedir? Türk’ün kendisine mahsus bir tipi, konuşması, edası veya giyimi var mıdır? Mesela X. yüzyılın Arap coğrafyacısı İstahrî (951 m.), Halaç/Kalaçlar hakkında, onların Türk tipinde olduklarını, Türkçe konuştuklarını ve Türkler gibi yaşadıklarını belirtmiştir. X. yüzyılın bu gerçeği, öncesinde ve sonrasındaki olup bitenlerle de birlikte düşünülebilir. Şu halde Türk için, öncelikle tipi, sonrasında dili ve en sonunda hayat tarzı söz konusu edilebilir. Ancak burada biz, konuyla dolaylı ilgisi sebebiyle bunlardan kısaca söz etmek durumundayız.
1. Türk’ün Tipi
Türk, X-XI. yüzyıllarda, komşularınca artık belirli bir tipe ve fiziki özelliklere sahip insanlar kabul edilmişlerdir. Böylesine fizikî özelliklere sahip oluş, muhtemelen Türk adının yaygınlaşmasında da en önemli etkendir.
Kendilerinde ortak özellikler görülen kimselere onlar kendilerine, özlerine kişi grup veya devlet adı olarak neyi benimserse benimsesinler komşuları tarafından Türk olarak adlandırılmışlardır. İlk Osmanlı döneminin tarihlerinde, devlet hayatıyla ilgili olarak hiç Türk geçmediği halde, komşularıyla, özellikle Avrupalılarla ilişkilerde temas edilen Osmanlı insanları hep Türk olarak bilinmektedir.
Türk, böylece aynı özellikler içeren insanların ortak bir adı olmuştur. Peki bu ortak özelliklerin fizikî yanı ve yönü neler olabilir?
Türk öncelikle yüzüyle dikkati çeker ve Türk’ün yüzü komşularına göre daha çıkık elmacık kemikli ve çekik gözlüdür. Burada dikkati çekmek istediğimiz husus, bu türden özelliklerin "komşularına göre” belirlenmiş ve tespit edilmiş olmasıdır. Çünkü yukarda saydığımız çıkık elmacık kemikli ve çekik gözlü oluş, Çinlilere göre geçerli olmayıp, batıdaki komşularına İranlılara veya Yunan-Romalılara göredir. Aslında Türk’ün dış görünüşü Çinlilerden ve Moğollardan da farklıdır. Batıdan bakılınca ilk anda bunlar arasında bir fark yokmuş gibi görünse de, Türk kendisine mahsus özellikler içerir.
Bu arada Türkleri etkileyen ve şaşırtan, Türk’ün ilk görenlerin kendi etraflarına göre hayli farklı olduklarından Türkleri abartarak tasvir etmeleridir. "Basık burunlu, geniş yüzlü, nerede ise hiç yokmuş gibi küçük gözlü” tasvirlerin gerçeği tam aksettirmediği açıktır. Oysa daha erken devir Arap kaynaklarında "basık burunlu, küçük gözlü, geniş ve örsle dövülmüş kalkan gibi kırmızı yüzlü, yapışık kulaklı Türkler” tasvirleri vardı. Şüphesiz bütün bu tasvirler, olumsuz bir bakış açısının etkisiyle kaleme alınmışlardır.
Günümüzde, Türk’ün gerçek fizikî özelliklerini çok daha sıhhatle belirleyebiliriz. Çünkü devrinden kalmış ve yazıya değil, doğrudan resmedilmiş veya kazınmış göze hitap eden bilgi imkânlarımız vardır. Öncelikle, daha önceki yüz ve hatta bin yıldan kalmış olanlar da dahil olmak üzere, özellikle VI. yüzyıldan sonraki Göktürk çağından yüzlerce heykel bilinmektedir. Bir tür mezar taşı, mezarda yatan kişinin kendi tasviri kabul edilebilecek bu eski Türk mezar heykelleri, Türk insanının, öyle tasvir edildiği kadar çekik gözlü veya "mongoloit” olmadığını açıkça göstermektedir.
Göktürk çağı heykellerinin en güzel örneğini Köl-tigin’e ait kabul edilen baş heykeli göstermektedir. Bu heykelin gösterdiği Türk, başka örneklerine daha geç zamanlarda mesela XIII. yüzyılda Türkiye Selçuklu Sultanlarının, mesela Alaeddin Keykubad’ın (ö. 1237) çinilerdeki resimlerine benzemektedir. Burada, yukardaki yazılı tasvirlerin belirttiği bir aşırı özellik yoktur. Aksine, belirli bir tenâsüb, uyumlu ve ahenkli bir görünüş etkendir.
Türkler, VIII. yüzyıldan sonra, her türlü faaliyetine katıldıkları İslam Devleti’nin, özellikle Abbasi Halifeleri devletinin görsel kaynaklarında açık olarak tasvir edilmektedir. Minyatürlerdeki tasvirler, şüphesiz yapan ressamın çevresinde çok bulunan tipleri de yansıtmış olabilir. Bunu en iyi şekilde Oğuz Han Destanı’nın Reşideddin Fazlullah’ın ünlü eseri Cami üt-Tevârih nüshalarındaki Oğuz Han ile ilgili minyatürlerin, yazmalardaki ayrılığında görebiliriz.3
Türk, bugün kesinlikle bin yılı aşkın bir süredir fizikî çehresiyle de kesin olarak takib edilebilmektedir. Bu fiziki çehredeki özellikler, iklim, coğrafya şartları ve öteki insan unsurları ile her yerde aynı özellikler göstermeyebilir. Bunun için, uygun coğrafyalardaki uygun mekânlar, aslî özelliklerin yaşamasında daha etkin olmuşlardır.
Türkler, kadınıyla, erkeğiyle kendilerine mahsus özellikleri olan, daha da önemlisi hemen bütün komşularının güzel buldukları insanlardır. Türk’ün "güzel” oluşunun veya "güzel” sayılmasının kaynaklara bakınca abartılı bir yanı yoktur. XI. yüzyıl insanı Kaşgarlı Mahmud Türk’ün özellikleri arasında en başta "güzelliğini, sevimliliğini ve tatlılığını” saymaktadır. XII. yüzyıl kaynağı Mücmel üt-Tevârih, Türk ün güzel, fakat kan dökücü özelliğinin yıldızına ait bir talihlilik olduğunu belirtiyor. Türklerin "güzel” insanlar oluşu, Orta Çağ İran edebiyatında çok etkilidir. Yağma ve Çiğil Türk boylarının güzel insanları yanında Hıta ve Hoten Türkleri de güzel özellikleri ile ünlüdürler. Bu etkilerin izleri Osmanlı-Türk edebiyatında açık olarak görülür.
Türk’ün kendisine mahsus hemen bütün özelliklerini, yakın yüzyıllarda en açık olarak gösteren Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarındaki, Beğ ve Sultanlarının tanımları, Türk tanımı için önemli sayılabilir: XVI. yüzyılda kaleme alınmış olan Kıyâfet’ül-İnsâniyye fî Şemâili’l-Osmaniyye mesela 1389’da Kosova’da şehid olan Murad Beğ’i şöyle tanımlıyor:
"Orta boylu, değirmi suretlü, mübarek yüzü etlü, kırmızı ak benizlü, şehla gözlü, mülâyim ve lâtif sözlü, çatma kaşlu, iri incü dişlü, şahin bakışlu, koç burunlu, mübârek sakalı seyrek, kird (yuvarlak) ve mevzun, sebeleti (bıyıkları) bahadırâne, çenesi uzun, gerdeni (boynu) bülend (yüksek), sînesi basit (geniş), kolları kavi (güçlü) ve tavil (uzun), özengiliği bî-misl..., barmakları etlü, mehib selâbetlü”.
Osman Gazi, yukardakilerden de daha sade olarak tanımlanır: "Orta-uzun boylu, yassı yağrınlu. kaşı siyah ve çatma, elâ gözlü, koç burunlu, değirmi yaraşık seyrek sakallu, iri dişlü, kaba avazlu, arslan betimlü” veya Orhan Gazi; "kaşları hilal gibi çatma. ela gözlü, koç burunlu, tatlu sözlü, sinesi yassı, alnı açuk.... pençesi arslana benzer, yaraşuk sakallu, bahadırâne bıyıklu” idiler. Yıldırım Bayezid’e "koç burunlu, koy heykellü”, Çelebi Sultan Mehmed’e "ince uzun boylu” denmektedir. II Murad Han’ın burnu "rast” yani düz imiş, Fatih Sultan Mehmed de "uzun boylu” olarak tanımlanıyor.
Türk’ün fizikî özellikleriyle ilgili olarak, Çin kaynaklarındaki resimlere, Saka/Skit ve sonraki devrin arkeolojik bakiyelerine, heykel ve kabartmalarına da bakabiliriz. XI. yüzyıldan sonra giderek artan münyatürler de Türk insanının görünüşünü belirlemek için yararlı olabilecektir.
Türk’ün görünüşü, onun yaşadığı yerden, coğrafyasından ve ikliminden büyük ölçüde etkilenmiştir. Bu etkilenmeyi, coğrafya ve iklimin, hava ve suyun Türklerin şekillerini etkilediğini XIV. yüzyılın başlarında Reşideddin de açık olarak belirtmektedir.
2. Türk’ün Temel Özellikleri
İlk bakışta etkili olan fizikî özelliklerinin yanında, dışardan görülmeyen, fakat onu Türk yapan özellikleri vardır. Bu türden özellikleri, Türk’ü yakından tanıdıktan sonra herkes kabul ve teslim edecektir.
Arap müellifi Cahiz’den (ö. 869) itibaren, Türk’e verilen ve yüklenilen özelliklerin başlıcaları şunlardır:
1. Türk, edepli, terbiyeli, akıllı ve temiz kalplidir, hazimlidir; hoşgörülüdür; tedbir sahibidir.
2. Türk yerini, yurdunu çok sever. Ondan ayrı düştüğünde orasını her zaman özler.
3. Türk, sağlam yapılıdır, cesurdur, kahramandır. İyi savaşır. Türk ancak korkulması gerekenden korkar. Türkler iyi savaşçı oluşları sebebiyle, bütün Orta Çağlar boyunca, dünyanın da en seçkin askerlerinden sayılmışlardır.
4. Türk temiz kalplidir, açık sözlü ve açık yüreklidir. Onun bazen "saf” ve "sade-dil” olarak ifade edilen4 bu güzel özelliği, zamanla yadırganacak, adeta ‘ahmak’ gibi bir anlama kadar gidecektir.
5. Türk namusludur, güvenilir insandır.
6. Türk, teşkilatçıdır; dolayısıyla itaatin, emir-komutanın ne olduğunu bilir. O yalnız olduğunda iyi bir önder olduğu halde, başında kendisinden daha üstün yetenekli birisi olduğunda ona severek itaat eder.
7. Türk zayıf ve acizleri korur; savaş zamanlarında korkunç bir muharip görünümünde ise de o barış zamanlarında en sâkin insandır. Bu zamanlarda gelene gidene yemek yedirir-içirir, yardım eder.
8. Türk tabiatın içinden geldiğinden, küçük yaşlarından itibaren hayat kavgasına alışmıştır. Hayatın ve yaşamanın zorluklarını bilir ve onları çözmeye yatkındır. Cahiz’in dediğine göre "Türk, eli kolu bağlı olarak bir kuyuya atılsa, mutlaka bir çaresini bulup kurtulur”. Belki bu sebepten daha doğuştan iyi mücadeleci ve kavgacıdır.
9. Türk gerçi kimi zaman rahata kavuşunca gevşer, hatta bazen komşularının etkisinde kalır. Ama çok geçmeden kendi özelliklerine dönmesini bilir.
10. Türk, çoğunlukla et yemekle birlikte sağlık bakımından bunu dengelemesini bilmiştir.
11. Türk, tabiata karşı çok tahammüllüdür. Hayatın güçlüklerini güler yüzle karşılar. Türk atı da aynı zamanda çok tahammüllüdür.
12. Türk, hem çoban, hem seyis, hem cambaz, hem bir baytar hem bir süvaridir. Cahiz’in dediği gibi "hulasa Türk başlı başına bir milletdir”.
Türkler, dünya coğrafyasında sayıca çok kalabalık bir millet olmamakla birlikte, komşularına göre üstün özellikleri sebebiyle Cihan tarihinde seçkin ve çok önemli bir yer tutmuşlardır. Bunun belli başları sebeplerini de şöyle sıralayabiliriz:
a. Türk, teşkilatçıdır; teşkilatçı özelliği onun sadece halkını değil, özellikle silahlı kuvvetlerini seçkin bir hale sokar.
b. Türk, durmak nedir bilmez; o her zaman çalışır. Hepsinden önemlisi durmaksızın kendisini aşmak ve yenilemek ister.
c. Türk, "sade” insandır: O kısa ve öz konuşur; uzun ve boş sözlerden nefret eder. Bu sebeple "sadelik, açık ve yalın” olmak onun en belirgin vasıflarındandır.
d. Türk, ata erken zamanlarda sahip olduğundan, atın sürati ve hareketli oluşu sebebiyle komşularına büyük üstünlük sağlamıştır. Bu sebeple olsa gerek Cahiz şöyle diyordu: "Türk’ün ömrünün at üzerinde geçen günlerinin, yer üzerinde oturarak geçirdiği günlerden daha çok olduğunu görürsün”.
e. Türk, bir maden olarak "demir”i erken bir zamanda bilmiş, demiri çelik haline sokarak güçlü silahlara sahip olmuştur. Böylesine üstün silahları ve yukarda sözünü ettiğimiz "at”ı ile komşularına karşı başarılı olmuştur.
Türk böylece kendisine mahsus özellikleriyle, dünya üzerinde ve komşuları arasında seçkin bir yere sahip olmuştur.
Türk ile ilgili olarak Afrasiyab’dan (yani Alp Er Tunga) nakledilen bir söz varmış: "Türk, sedef içinde deryada bulunan bir inci gibidir. Kendi yerinde (yurdunda) bulunduğu zaman kadir ve kıymeti bilinmez. Lakin oradan çıkınca, denizden ve sedeften çıkmış bir inci gibi kıymetlenir”.5
Yukarda, Türk ile ilgili ilk bilgileri verdiğimiz sırada, Türk’ün bazı temel özelliklere sahip olduğunu belirtmiş, bunun oluşmasında coğrafyanın, iklimin ve hatta hayat tarzının belirleyici özelliklerine temas etmiş idik. Türk’ü belirleyen özelliklerde coğrafyanın, yani Türk’ün yaşadığı yerin etkili olduğunu VIII. yüzyıl insanı Cahiz başta olmak üzere pek çok gözlemci (Reşideddin gibi) dikkat etmişlerdir. Hatta Cahiz, Türk’ün sonradan geldiği Ön Asya’daki yerlerde de etkisini gösterir. Bu sebepledir ki Türk’ün Yurdu’nu, yani Türklerin asıl hayat sahalarını kısaca belirlemek gerekir.
Böylece Türk’ün yaşadığı yere geçebiliriz.
B. Türk’ün Yaşadığı Yer
1. Türkistan
Türk, genel olarak, en eski zamanlardan beri kendi ülkesinde, kendi diyarında yaşamaktadır.
Kaşgarlı Mahmud, Türk’ün yaşadığı yerlerden Türk Eli, yani Türk Diyarı derken, muhakakk ki Türk’ün yaşadığı yeri anlatmıştır. Aslında önceleri coğrafya, Türk’e belirli özellikler verdikten sonra, Cahiz’in dediğine göre Türk, bu defa yeni gelip yaşamaya başladığı coğrafyayı da kendisine benzetiyordu. Türk ile yaşadığı yerler bir ifade başka ile özdeş gibi oluyordu. Buradaki özdeşlik, en sade şekliyle yer adlarında açıkça kendisini göstermektedir.
Türk’ün yaşadığı yer, Türk-eli veya Farsçası ile Türkistan’dır. Türklerin kendi yaşadıkları yere verdikleri genel Türkçe adı, ne yazık ki bilemiyoruz. Türk-eli denmiş olması en büyük ihtimaldir. Bu bölümün en başında, XIV. yüzyıldaki bilgiler Türkleri özellikle "sahra-nişin”, yani bozkırlarda yaşayanlar olarak tanımlamaktadır. Ancak, genellikle kabul edilen bu sözler ve hükümler, tabiatıyla tam olarak doğru değildir.
Sahra-nişinlik yaygın anlamıyla göçebelik demektir. Burada söz edilebilecek "göçebelik” ise, Türkler açısından sadece bazı tarihi devirler için söz konusu olmuştur. Mesela XI. yüzyıldaki Batı’ya doğru büyük göç sonrasında Ön Asya sahasında pek büyük göç hareketi olmamıştır. "Göçebelik” olarak ifade edilen hareket, yani Türk’ün göçebeliği, onun tercih ettiği ekonomik hayattan, hayvan besleyicilikten ve bu sebeple sene boyunca hayatını mevsimlere göre farklı yerlerde ve mekânlarda geçirmesinden doğmuştur.
Yukarda, Türklerin kendi oturdukları yere bir büyük bütün olarak Türk-eli demiş olabileceklerinden söz etmiştik. Türkistan, özellikle Arap ve İran kaynaklarında IX. ve X. yüzyıldan itibaren Ceyhun nehri ötesine verilen bir isimdir. Doğrudan da Türk ülkesi demektir. "Türkistan” Türkçe bir kelime olmadığından bu ifadeyi komşuları, Türklerin yaşadığı sahalara vermişlerdir. Nitekim Türklerin yaşadıkları yerlere bu ve benzeri adları sadece Türkler değil, aynı zamanda komşuları da vermiş ve kullanmış olmalıdırlar.
Türkistan, Türklerin yaşadıkları yeri belirleyen en önemli ve yaygın bir isimdir. Günümüzde Hazar Denizi’nin doğusundan, Ceyhun ötesine ve Altaylara kadar uzanan bölgeye Türkistan denmektedir. Tanrı dağları, Türkistanı Batı ve Doğu olarak ikiye ayırmaktadır. Batı Türkistan XIX. yüzyıl sonlarında Rusya’nın idaresine geçmiş, Doğu Türkistan sahası ise Çin idaresinde bulunmuştur.
Türkistan adı, İç Asya’da, "Türk” adını ve varlığını belirleyen en önemli unsurlardan birisidir. Bu sebepledir ki, bu sahaya hakim olan Türklerin dışındaki siyasî güçler bu adı kullanmazlar. Böylece 1924 senesinden sonra Türkistan İç Asya siyasî terminolojisinden kalkmıştır. Bugün de Doğu Türkistan kelimesi, Çin ve onun coğrafî isimlerine tâbi olanlar tarafından kullanılmamaktadır.
Türkistan olarak kimi zaman Karadenizin kuzeyi de (Eflaki, II, 981: Deşt-i Türkistan) anlaşılmıştır. Türklerin yaşadığı yer anlamında Doğu Anadolu sahası da (Evliya Çelebi), bu adla anılmıştır. XIX. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı Padişahları (Abdülmecid, Abdülaziz, II. Abdülhamid ve Mehmed Reşad), kendilerini "Türkistan ve şâmil olduğu memâlik ve büldânın Padişahı” olarak tanımlıyorlardı.
Türkistan adı, doğrudan Türkçe olmadığından, bu sahaya Türk-eli denilmesi teklif edilmektedir.
Bu arada Ziya Gökalp’in ünlü bir şiirinde geçen Turan kavramı da dikkati çekmektedir:
Vatan ne Türkiyedir Türklere ne TürkistanOrta Çağ İran tarihçiliğinin etkisiyle ortaya çıkan Turan, İrec’in ülkesi İran’a karşı, Turec=Tur’un ülkesi anlamındadır. Tur/Turec’den sonra gelenler arasında İran ile kıyasıya savaşan Afrasiyab=Alp er Tunga vardır. Bu sebeple Turan, Afrasiyab=Alp Er Tunga’nın ülkesi olarak ünlüdür. Türk kavramı açısından, Destânî devirler dışında bir hatırası yoktur.
Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir: Turan
2. Türkiye
Türklerin yaşadıkları yerlere başkaları tarafından verilmiş olan bir kavram da Türkiye’dir. Bugün Batı Türklüğünün en büyük kitlesinin yaşadığı devletin resmi adı bu isimdedir. Gerçi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin üzerinde olduğu topraklar Anadolu ve Rumeli adlarını taşımaktadır. En erken bir zamanda XI. yüzyılda bu sahaya İslam coğrafyacıları Diyar-ı Rum, yani Romalıların ülkesi demekte idiler. Buranın günümüzdeki yaygın adı olan Anadolu, Grekçe bir kelimedir. Eski Doğu Roma Devleti’ne ait topraklara eskiden Anadolu değil, Diyar-ı Rum denilmiş, ve bu sonraki yüzyıllarda da (XII-XIII.) devam etmiştir. XIV. yüzyılın ikinci yarısında kullanılmaya başlanan Anadolu da Grekçe bir kelime olup, "Doğu” demektir. Tabiî burada sözü edilebilecek Doğu kavramı, ancak Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının batısından bakılınca söz konusu olabilecektir. Türkler de buraya ancak XIV. yüzyıl ortalarından sonra hakim olabilmişlerdir.
Buna karşılık, XI. yüzyıldan itibaren, Diyar-ı Rum ülkesine gelen Avrupalılar, Türklerin oturduklarını gördükleri bu ülkeye, Türklerin memleketi anlamında Turkia=Turchia/Turkhia demişlerdir.6 Çünkü onlar Arapların oturduğu yerlere de Arabia diyorlardı.
Türk’ün oturduğu yerlere verilen Turkia=Turkie adı, günümüzde Türkiye Cumhuriyeti’nin adında da yaşamaktadır. Ancak bu kavram, sadece yakın zamanlarda ve sadece Ön Asya Türklüğü ile ilgili değildir. Benzer kavramlar, Avrupa dillerinde veya Arapça olarak başka sahalardaki Türkler için de kullanılmışlardır.
Coğrafî terim olarak Türkiye= Turkia adı Orta Çağlarda çok geniş sahaları göstermekte idi. Bizans kaynakları, VI. yüzyılda İç Asya için Turkia tabirini kullanmışlardı. Aynı tabir, IX-X. yüzyıllarda İdil/Volga’dan Orta Avrupa’ya kadar uzanan Hazar ve Macar ülkeleri için de kullanılmıştır. Hatta o zamanlar Doğu Turkia =Hazar ülkesi olmuş iken Batı Turkia, Macar ülkesi anlamında olmuştur.
XIV. yüzyıldan itibaren Avrupalı gözlemciler, XIX. yüzyıl ortalarına kadar Doğu Anadolu’dan Turkomania, yani "Türkmenlerin memleketi” olarak söz edeceklerdir (Baykara, 1976).
Bu arada hemen ilave edelim ki Mısır’daki Kölemen/Memlük Devleti, XV. yüzyıl kaynaklarında Ed-Devlet’it-Türkiyye yani Türk veya Türklerin Devleti olarak biliniyordu.
Avrupalı gözlemcilerin Türklerin gelip yerleştiği bu diyarı "Türklerin Ülkesi”, yani Turkia, Turkie (Türkiye) olarak tanımlamaları sonucu ortaya çıkan Türkiye adı, üzerinde yaşadığımız toprakları tanımlarken Anadolu kavramından, en azından iki yüzyıl daha eski bir geçmişe sahiptir. XII. yüzyılda kesinlikle bilinen Türkiye’ye karşılık bu topraklar XIV. yüzyılın ikinci yarısından sonra ancak Anadolu olarak da anılmaya başlayacaktır.
3. Tabiî Özellikler ve İklim A. Tabiî Özellikler
Şimdi de Türk’ün yaşadığı yeri, fiziki ve tabiî özellikleriyle kısaca tanımlayalım. Türk’ün yaşadığı yerde sadece bozkır değil, aynı zamanda dağ (tau, tav) da olmalıdır. Bu dağlar sıra sıra olup, aşılması güç de olabilir. Fakat, dağlar ne kadar yüce olsa da yine de aşılacak bir yeri, bir beli, geçiti olabilir. Dağlardaki inler, mağaralar (üngür) gerekirse insanlar, fakat daha çok eşya ve üretilen mallar için birer saklama yerleridir. En eski hatıralarda bunlarda kıymetli varlıklar ve hazineler saklanabilirdi.
Türk’ün yaşadığı yerde bozkırda aynı zamanda ot, çayır, çimen, çer-çöp fazla olmalıdır. Çünkü orada Türk, kendi yiyeceğini teşkil eden hayvanlarını güdecek, onların beslenmesini sağlayacaktır.
Türk’ün yaşadığı yerde su da bol olmalıdır. Kaynaklar, bulaklar, pınarlar ve bunların akıp giden ayakları hem insanları hem de hayvanlarını suvaracaktır. Sular gür olup, çaylar her yerde geçit vermese de yine de, kimi yerlerde koyun, at veya deve geçitleri olabilir. Uygun yerlerde köprüler yapılarak gelip geçme kolaylaştırılır.
Türk’ün yaşadığı yerde, sağlık için, her sene bir miktar kar yağmalıdır. Kar insan hayatında sadece kış zamanları fırtına ve soğuk gibi olumsuz özellikleriyle değil, yazın sıcak günlerinde serinlik getirici özelliğiyle güzel gelir. Kar ve buz, kış mevsiminde buzluk ve karlıklara doldurularak yaz için hazırlanır ve yay (=yaz) mevsiminde kullanılır.
Türk’ün yaşadığı yer, Türk’ün kendi verdiği adları taşır. "Ak” ve "Kara” yer adlarında en çok kullanılan sıfatlardır ve pek çok ad da bulunur. Ak-su, Kara-su veya Ak-dağ, Kara-dağ gibi.
B. İklim
Türk yukarda da dediğimiz gibi, birçok özelliklerini yaşadığı yerin kendisine mahsus özelliklerinden almıştır. Buna daha 1300’lerde Reşideddin Fazlullah da dikkat etmiştir. O aslında Türklerin Moğol denilenlerle bir olmakla birlikte zamanla yaşadıkları yerlerin hava ve su şartlarına göre değiştiklerini belirtmişti. Nitekim o Türkmenlerin de, böylece oturdukları yerlerdeki özelliklerinden dolayı bu adı aldıklarını söyler. Arap kaynakları da Türklerin yaşadıkları yerlerin, sadece insanlara değil, hayvanlara, meselâ develere dahi kendi özelliğini verdiğini belirtir.7
Türk’ün kendi özelliklerini alması, bir bakıma yaşadıkları yerin iklimi demektir. Türk’ün geçirdiği yüzyıllar içinde kendisine mahsus zevkleri oluşmuştur. Bunun temelinde de iklimin kendisine mahsus özellikleri gelmektedir. Bu sebeple denilebilir ki Türk, kendisine mahsus bir iklimde yaşamayı seven keyif sahibi insandır. O ne fazla sıcağa ne de fazla soğuğa gelir. Gerçi Türklerin arasında yine de daha ziyade soğuğu veya sıcağı tercih edenler olmuştur. Böylesine özel tercihleri olanlar azdır. Zaten bunlar sebebiyle Türklerin yaşadıkları yer ilk bakışta bizi şaşırtmakta, ortak iklim özelliklerinin belirlenmesini adeta imkânsız kılmaktadır
Türk’ün sevdiği iklim Ankara, Konya, Semerkant, Fergana, Taşkent, Bişkek ve Türkistan’ın (Yesi) iklimidir. Bununla birlikte Türk’ün hayatında Issık göl kıyıları yaylak, Hazar Denizi kenarları ise kışlak olabilir ve olmuştur. Şüphesiz daha serin yerleri sevenler için yaylaklar dağların yüksek ve serin yerleri veya coğrafya olarak daha kuzeye, Sibirya içlerine doğru bir haraketlilik olabilir. Sıcağı sevenler için kışlaklar Amuderya boylarına, Horasan’a daha güneye Hindistan, Şam ve Irak dolaylarına kadar yaklaşabilirler.
İklim söz konusu olunca Türk’ün özelliklerinden birisi açıkça ortaya çıkıyor. Burada iklim esaslı olarak belirlenen gerçek, Türk’ün göçebeliğine de açıklık getiriyor. Türk eğer bir yerden ötekine göçmüşse bu mevsimlik bir hareket olmuş ve tercih ettiği sıcaklıkta yaşamak istemiştir. Gerçi bu hareketinde, hayvanlarına ot ve yiyecek bulmak düşüncesi de etkili olmuştur. Türk sıcaklık artınca derhal daha serin bir yere gider, sıcaklık düşünce de daha sıcak yerleri arar ve bulur. Eğer sıcak yer bulamazsa, avarızın ve coğrafyanın imkan verdiği sahalarda kış mevsimini geçirir. Böylesine iklim şartlarına veya mevsimlere bağlı olan bir hayat, Türk’e ilk bakışta göçebe gürüntüsü vermiştir.
Türk hiçbir vakitte, bilinen ve yaygın anlamıyla göçebe bir hayatı sürmemiştir. Aksine sevdiği havada yaşamak için iklim değişmelerine bağlı olarak mevsimden mevsime evini göçürmüştür. Evini teorik olarak dört mevsime uygun olarak dört ayrı yere Kışlak, Yazlak, Yaylak ve Güzlek göçürürdü. Fakat yaygın olarak sadece iki yere göçer, genellikle yay (yaz) mevsimini Yay-lak (=yayla) da, "Kış” mevsimini de Kış-lak (kışla) da geçirirdi. Kışlakdaki iskân yaylağa göre daha uzun sürdüğünden burada daha kalıcı tesisler olabilirdi. Nitekim sonradan kışlaklarda oturmak devamlı hale geçtiğinden, mesela Özbekçede kışlak, Türkiye Türkçesindeki köy ile aynı anlamdadır.
Türk’ün mevsimlik hayatına en başta Beğ, Han veya Hakan=Padişah olmak üzere hemen herkes katılırdı. En batıdaki Türklerden artık yeni şartlara tâbi olmuş gibi görünen Osmanlı Padişahı dahi, yılın muhtelif mevsimlerini, İstanbul şehrinin geniş coğrafyası içinde farklı mekânlarda geçirirdi. Bunlar en azından iki olmak üzere üç veya dört ayrı kasır veya köşkte olabilirdi. Şehirlere muhtelif zaruretlerle yerleşen Türkler, mevsimlik hayatlarını, evlerinin mevsime göre uygun odalarına göçerek uygularlar idi. Bu sebeple hemen bütün Türk şehirlerinde evlerde, yaz evi ile kış evi (sonradan yaz odası, kış odası) aynı mesken içinde yer almış idi.
Kısacası Türk, dört mevsimin kendisine mahsus özellikleriyle görüldüğü bir coğrafyayı sevmiştir. Onun yaşadığı yerlerde, hem sıcak hem de soğuk olmalıdır. Nasreddin Hoca’nın (Efendi=Apendi) dediği üzere, insanlar kışın soğuktan; yaz (yay)’ın sıcaktan şikâyet etseler dahi, güz ve bahardan (yaz) kötü bir şekilde söz etmezlerdi. Türkler böylece dört mevsimi, kendi özellik ve bilhassa güzelliklerine göre yaşayabilirler.
Kısacası Türk yıllık ortalama 8-12 derece sıcaklığı tercih eder. Yaz mevsiminde çok sıcak olunca yaylaya, kışları soğuk olunca da sıcak yere gider. Böylece kimi Türkler serinlik bulmak için Sibirya içlerine gittikleri gibi kimileri sıcak yer bulmak üzere oldukça güneye inebilmişlerdir [T. Baykara, "Türk Kültüründe İklim”, Erdem, Sayı: 27 (Ocak 1997), Aydın Sayılı Özel Sayısı, III, s. 955973]
C. Türk’ün Ana Yurdu
Günümüzde dahi etkinliğini koruyan bir mesele, Türk’ün Ana/Ata yurdunun neresi olduğu sorusudur. Türk’ün en eski zamanlardan beri yeryüzünde, dünya üzerinde oturduğu yer neresidir? Bu mesele, Türk kavramı gibi, insanların zihnini meşgul eden apayrı ve önemli bir problemdir. Yukarda konumuzun hemen başında, "coğrafya=mekân” meselesinin oldukça önemli olduğunu belirtmiştik.
Türklerin Batı’daki güçlü devleti, Osmanlı Devleti veya Türkiye Cumhuriyeti’ndeki etkili konumları sebebiyle, Türk tarihi âdeta göçlerin bir tarihi gibi kabul edilmek istenir. Türkler, durmaksızın hareket eden, yer değiştirenler gibi kabul edilince Türk’ün bir asıl=ana yurdundan söz etmek de güçtür. Genellikle, devamlı oturduğu bir yeri olmayan Türk, belirli bir coğrafyanın insanı olarak kabul edilmez. Oysa Türklerin, bazı büyük hareketleri müstesna, gerek İç Asya gerekse Avrasya’daki hayatı, belirli bir yurdu gösterir. Sadece bu yurdun, tasavvur edilenden çok daha geniş olabileceğini belirtmek isteriz.
Türkler muhakkak ki doğrudan bir coğrafyanın, bir mekânın da sahibidirler. Ancak bunun yanında, göç hareketleri de vardır. Böylece, Türkler hakkında yaygın olarak iki ayrı anlayışla karşı karşıyayız. Bunu biraz daha açmak icab etmektedir.
a. Bir yaygın görüşe göre Türkler, durmaksızın göç eden, hareketli ve yer değiştiren insanlardır. Türk, adeta olağanüstü bir şekilde çoğaldığı bir yurttan, bir ata=ana yurdundan taşıp durmaktadır. Hatta bunu gökten durmaksızın indirilen veya yer altından kaynayan ve durmaksızın beslenen bir unsur olarak da algılamak mümkündür. İç Asya’nın tarih boyunca böylesine etkili bir göç sonrasındaki halihazır durumu bu görüşe göre oldukça şaşırtıcıdır. Türklerin yeni sahalara akışı, göçü ve yeni yerlere yerleşme hareketi, bu görüşe göre halen de devam etmektedir.
Bu görüşün dikkate değer bir gerekçesi de vardır. Buna göre Türk bugün büyük ölçüde yaşadığı yerlere hep sonradan gelmiş olup, buraların eski ve yerli halkı değildir. Bu sebeple bunların, yani Türklerin geldikleri yere gönderilmesi de gerekebilir. Fakat bir kısım tarihçiler, yeni gelenlerin orasının eski sâkinleri ile kaynaşıp yeni milletler oluşturduklarını da belirtir. Vaktiyle Sovyet devrinde etkili olan bir büyük görüş, yeni gelen Türkler ile o sahalarda eskiden beri oturan yerli unsurların karışması ile Kazak, Özbek, Türkmen, Azerî ve hatta Türkiyelilerin oluştuğunu ileri sürer.
Böyle kabul edilse bile, Türk’ün yine de, dünya üzerinde ilk olarak ortaya çıktığı (gökten indirildiği veya yerden durmaksızın kaynadığı) bir yeri olması gerekir. İşte burada, Türk’ün İç Asya veya Asya genelindeki geniş arazi üzerinde yine de öncelikle belirli bir sahada ve tarihin en eski zamanlardan beri oturmuş olması gerekmektedir. İşte bu yer neresidir sorusu, bizi Türk’ün ana-ata yurduna götürecektir.
b. Türk ne kadar göçebe veya hareketli sayılırsa sayılsın, yine de Asya içinde belirli bir mekânı; toprağı ve coğrafyayı esas olarak benimsemiştir. Yakın yıllarda Prof. D. Sinor, yayınladığı bir makalesinde, genellikle kabul edilen Türklerin göçleri nazariyesine karşı çıkmakta, mesela Karadeniz kuzeyinde Türklerin milât yıllarından beri var olduklarını kesinlikle göstermektedir.
Türklerin, belirli coğrafyada tarihî devirlerden önceden beri oturmakta olduğu şimdilerde arkeolojik bilgilerden de anlaşılmaktadır. İlerde göstereceğimiz veçhile, bu belirli coğrafyada yaşayanlar pekala tarihî devirlerde de burada yaşayanların ataları olabilirler. Bu konuda mitolojik bilgiler de Türk’ün belirli bir coğrafyada, XII-XV. yüzyıllardaki insanoğlunun bilebildiği en eski zamanlardan beri oturmakta olduğunu gösteriyor. Aşağıda ayrıca söz konusu edeceğimiz XII. yüzyıl başlarında kaleme alınan Mücmel’üt-Tevarih’te de Türk’ün Asya içlerinde seçip oturmak üzere benimsediği yer, Issık göl dolayları ve Iduk-Art dağları idi.
Bilim adamları, göç edenlerden olsun olmasın, geçen yüzyıllardan beri Türk’ün ana-ata yurdu konusunda fikirler ileri sürmüşlerdir. Türk’ün asıl yurdu konusunda şimdiki Moğolistan’dan, Baykal Gölü dolaylarından Ural Dağlarına ve hatta Karadeniz kuzeyine kadar uzanan çok geniş bir mıntaka içinde farklı yöreler öncelikle kabul edilmektedir.
Bu geniş sahanın ana-ata yurt olarak kabulü ilk bakışta imkânsız gibi görünüyor. Ancak Türk ile bir başka unsurun Atın, binlerce yıldan bu yana iç içe olduğunu unutmamak gerekir. Eski zamanlar dünyasında, esas olan insanın yürüyüşü ve hareketine göre At, bu mesâfeyi en azından dört misli daha büyütmektedir. Böylece ana-ata yurt meselesinde geniş bir coğrafyanın kabulü olağan sayılmalıdır. Ancak yine de diyebiliriz ki bundan 6. 000 yıl kadar önce, daha dar bir alanda mevcud olan Türk ana-yurdu, zamanla "At”, burada yaşayanların, yani Türklerin hayatına girince çok daha genişlemiştir.
Bugün kesinlikle Türklerin yaşadığı yerlerden birisi Aral Denizi çevresi olup, özellikle Yeni-kend, tarihî devirlerde Oğuz Türklerinin oturduğu bir mekândır. Buradaki arkeolojik kazılar, geçmiş bin yılda da aynı maddî kültüre sahip insanların aynı mekânda oturduğunu göstermiştir (S. P. Tolstov, E. Esin). Böyle olunca, XI. yüzyılın Oğuzları gibi ataları olan bin öncesinin insanları da aynı yerde oturuyordu. Oğuzların buraya sonradan göç ederek gelmelerini imkânsız kılan bu bilgiler, hemen bir başka varsayımla yorumlanabiliyordu. Bu sahaların eski Türk olmayan halkları, mesela Toharlar Türkleşmiş olmalıdır. Toharlar daha sonraları Diğer adıyla Oğuz Boyları arasında yer alabileceklerdir. Böylesine zorlamalara gerek olmaksızın, İç Asya sahasındaki arkeolojik bilgileri yeniden değerlendirmek gerekmektedir. Çünkü hemen aynı ve benzer durumlar, şimdiki Kazakistan içleri, Kırgızistan’ın hemen her yeri, Altaylar ve Tuva ülkesi için de geçerlidir.
Bize göre, Türk’ün ana-ata yurdu meselesinde geniş bir mekân=coğrafya gerekmektedir. Ancak bu belirleme sırasında bazı yerler kesinlikle gözönüne alınmalıdır. Adeta bu iki yer Türk’ün ana yurdunu bilmekte nirengi gibi yer alacaktır. Bunlardan ilki Issık göl, ikincisi ise Altay Dağlarıdır. Bu iki asıl mekânın hemen yanında Aral Denizi, Tanrı Dağları ile Ötüken Boyları da bulunmalıdır.
Türk, adeta kendisiyle özdeş gibi olan At’ı erken devirlerde bilip onu çok iyi kullanabilmesi sayesinde, başka milletlere göre çok daha geniş sahalarda hayatını sürdürmüştür. Türk, hayatını sürdürdüğü bu sahalarda binlerce yıl kalmıştır. Fakat erken zamanlardan itibaren bu sahalara yeni gelenler olmuş, kendisi de başka yerlere gitmiştir. Ama, kendisinin öz karakteri gibi gösterilen göçebelik asla Türk’ün hâkim ve asıl özelliği değildir.
Türk bu büyük coğrafyada, farklı boylar halinde halinde yaşamış, yönetiminde kimi zaman ayrı boylar etkili olmuştur. Boyların=kabilelerin ayrılması, geniş coğrafyada kültürel birliği pek az etkilemiştir. Buna karşılık kimi zaman yönetimde sert ve etkili mücadeleler olmuştur. Destanî devirlerde, Oğuz ile Türk arasında istendiğinde yağmur yağdırabilen ya da taşı yüzünden olduğu belirtilen iç harp dikkate çekiyor. Bu mücadelenin ayrıntılarını tarihî kaynaklarda pek az buluyoruz ve bulunanlar da genelde "Türk” kavramı dışındaki siyasî teşekküllerde söz konusu ediliyor: Sakalar gibi.
Kısacası Türkler, Issık göl ile Altaylar arasındaki saha esas olmak üzere kuzey, doğu, güney ve batıda Karadeniz’den Tanrı dağlarına, oradan da Baykal ötesine kadar uzanan bir sahada etkili olmuşlardır. Kuzeyde gittikleri yerler için bilgimiz çok daha azdır.
D. Türk Takvimi=Türk’ün Zaman Ölçümü
Türk hayatında her zaman gök, yeryüzünden daha çok yer tutmuştur. Bununla beraber yeryüzü, hayvanlarının otlağı olmak bakımından da etkili olabilmiştir. Ancak gökyüzüne bakışı, oradaki ay, gün ve yıldızlarla ilgilenmesi, en eski zamanlardan beri devam eden bir olaydır. Kün ve ay, hem kısa hem de etkili bir isimdir. Bunlar birisi zaman ölçümü olarak günü, öteki de yine 30 günlük kabul edilen zaman birimi "ay”ı karşılamaktadır.
Türkler sene başı olarak muhtemelen milattan sonraki ilk bin yıl ortalarına doğru gelmesi gereken Ergenekon’dan çıkışı esas aldıkları, XIV. yüzyılın başlarındaki kaynaklara, Câmi’üt-Tevarih’e yansımıştır. Bundan açık olarak ortaya çıkıyor ki Türklerin zaman ölçümü milât yıllarına kadar gitmektedir ve bu olağan sayılmalıdır. Baharın (yaz) başlaması, Türk takviminin başı demektir.
Çünkü Türk’ün yaşadığı orta kuşak sebebiyle güneşin iki dönüşü ve onların tam ortası rahatlıkla bilinebilir. Böylece dört noktası bilinen zamanı, yılı belirlemek çok daha kolaydır. Bunun içinde de yaklaşık gökyüzündeki Ay’ın on iki hareketi vardır. Gerçi gökyüzündeki Ay’ın on iki hareketi ile, mesela Güneş’in en alt düzeye inmesini belirleyen (21 Aralık) zaman ölçümü tam uyuşmuyor. Bununla birlikte, Güneş’in hareketine bağlı bilgiler çok daha kesin olduğundan mevsimlere bağlı ay hesabı da daha rahatlıkla bilinebilir. Nitekim Kemal Paşazâde, II. Bayezid Devri’nde, "orta kış ayınun onunda, şehr-i cemazi’l-âhirün yigirmisinde pençşenbe günü” diye bir kesin zaman vermektedir (VIII. Defter, TTK, 1997, s. 172). 904 hicri yılı 20 Cemazielahiri, 2 Şubat 1499’a tesadüf eder. Ancak Perşembe günü 31 Ocak’tır; Bugün "orta kış ayının onu” olunca, orta kış ayı, ocak ayının 24’ünde (veya 21), ilk kış ayı da aralığın 24’ünde (veya 21) başlamaktadır. Bu ise, doğrudan gündönümünde (21 Aralık’ta) başlayan bir takvim demektir. Nitekim yakın yıllara kadar Türkiye Türkleri arasında kışın ilk, orta ve son ayı türünden mevsimlik ay isimleri de bilinmiştir.
Ay isimlerinde bir başka adlandırma ayların sıra ile sayılmasıdır. Birinçay, İkinçay, .... Yetinçay, vb. gibi. Ancak son iki ay kimi zaman uluğ-ay ve küçük-ay diye de anılabiliyordu. Mevsimlik ay isimleri, eski Türk takviminin esası olsa gerek. Nasıl ki Temür’ün XIV. yüzyıl sonlarındaki bir kitabesinde (Karsak-pay) böyle bir tarihlendirme olduğu gibi, XV. yüzyılda batı Türklerinde de böyle bir tarihlendirmeyi Kemal-Paşa-oğlu belirtmektedir:
Türk takviminde yılbaşı, Ergenekon’dan çıkışın hatırası olarak da unutulmak istenmeyen (Reşideddin Fazlullah, Cami’üt-Tevarih, Moskova 1965, I, 364) yaz başlangıcındadır (21 Mart). Türk takviminde yıllar, İç ve Doğu Asya’da çok yaygın olarak kullanılan hayvan adlarını taşır. Bu arada Türk hayatında pek yer etmiş olmayan hayvanlar değişebilir: Ejderha yerine balık gibi sıçan, sığır, pars, tavşan, ejder-balık, yılan, at, koyun, maymun, tavuk, it, domuz. 60 yıl bir müçeldir.
Mevsime dayalı düzeni, ay isimleri ve hayvan adlarını taşıyan yıl isimleri ile Türk takvimi, komşu ülkelerden etkilenmiş olsa bile, kendisine mahsus karekteristik özelliklerini milat yıllarından itibaren kazanmış olmalıdır. Türk takvimi bu esası ile günümüze kadar, çeşitli Türk boylarında devam etmekte ve halen de kullanılmaktadır.
III. Türk’ün En Eski Geçmişi
Türk’ün en eski geçmişine şu üç yolla girebiliriz:
A. Türk Dili,
B. Arkeoloji,
C. Mitoloji.
A. Türk Dili ve Türkler
Türkçe, Türk’ü ve geçmişini bilmek için en önemli ve en etkili kaynaklardan birisidir. Çünkü Türk dili, bu adıyla da önemli bir birleştirici ve tanımlayıcı bir unsur olmaktadır. Kendisine Türkmen diyen Ebülgazi Bahadır Han, bazı kelimeleri açıklarken "Türk dili” demektedir. Dolayısıyla Türk dili, açık, kesin ve ihmal edilmez bir kaynaktır. Zaten Türk Dili, büyük siyasî hasımlar tarafından dahi, ihmal edilmez bir gerçek olduğundan Türk kavramı ile adeta eşdeğer sayılmıştır. Çünkü Türkçe, Türkler sayesinde yaşamış ve her zaman canlı kalabilmiştir. Aynı büyük dil ailesine mensup oluş, Türk’ün olmasa bile Türk dilinin önemli bir gerçeğidir. Bu dili konuşanlara "Türk Dilli Halklar” dense de Türk kavramı burada etkinliğini ve önemini korumakta ve koruyacaktır.
Türk denince M.Ö. 4000 yıllarından itibaren ortak bir dil konuşan insanlar anlaşılmalıdır. Bu dilde temel olarak tek heceli kelimeler vardır. At, et, it, ot, ok, in, is, ud ve başkaları. Bu heceler sonradan öteki kelimelerin de kökleri olmuşlardır.
Türk, mensuplarının konuştuğu dil olan Türkçe ile yakından bağlantılıdır. Türkçe ile ilgili araştırmalar, bu dilin konuşulmasının tarihini, dolayısıyla Türk’ün varlığını çok daha eskilere götürmektedir. Dünyadaki Türklük Araştırıcılarının (Türkolog) kimi zaman farklı düşünceleri yani bilimsel kanaatleri olmakla birlikte, aşağıdaki tarihlendirme genel bir kabul görmüştür:
I. Türk Dilinin, Komşu Yakın Dillerle Birlikte Olduğu Altay Dönemi: M.Ö.: 4000-3000 yılları.
II. En-eski Türkçe dönemi:
Erken devirleri: M.Ö. 3000-500
Geç devir.......: M.Ö. 500-M.S. 300
III. Eski Türkçe Dönemi: 300-1200
IV. Orta Türkçe Dönemi: 1200-(ve sonrasındaki gelişmeler, konumuzla doğrudan ilgili değildir).
Görülüyor ki dile dayalı araştırmalar, Türkçenin en eski döneminin kesinlikle milattan önce 4000’lere, yani günümüz itibariyle en azından 6000 yıl geriye götürebilmektedir. Bu tarihi biz, aynı zamanda Türkün görüldüğü en eski zaman olarak, bir ihtiyat payı bırakarak belirtebiliriz.
Türk Dili, Türk kavramının oluşmasındaki en temel unsurlardan birisidir. Kimi zaman Türklerin Devleti’nin adı doğrudan Türk adını taşımasa bile, komşuları bu devleti, her şeyi ile Türk Devleti sayıyorlardı. Hatta bu Devletin resmî dili bazen Türkçe olmayabiliyordu (Türkiye Selçukluları Devleti gibi).
Bu türden gerçekler, ne yazık ki Türk insanının zihnini kurcalamaya devam etmektedir. Bunun en önemli örneği, Osmanlı Devleti’nde görülebilir. Çünkü adı doğrudan Türk olmayan bu Devletin Türk kavramı ile ilişkisi, günümüzde dahi birçok Türkiye Türkünün kafasını meşgul etmektedir. Oysa, mesela XIX. yüzyılda Devletin resmî adı Devlet-i Osmaniye ve bu devletin içindeki halka da Osmanlı denmesine rağmen, bu Devletin resmî dili Türkçe idi (1876 Kanun-ı Esâsisi’i 18. Madde, keza 68. madde). Türkçe ise ancak bir Türk Devleti’nde resmî dil olarak kabul edilebilir ve bu dili de Türkler konuşur.
B. Arkeolojik Buluntular
İnsanın yaşadığı yerden maddî kalıntılar demek olan arkeoloji ile, Türk insanın en eski zamanlarına gidebiliriz. Nitekim Altaylar başta olmak üzere, Kazakistan ve Kırgızistan gibi, Türklerin en eski zamanlardan beri yaşıdığına kimsenin, en büyük Türk düşmanlarının dahi itiraz etmedikleri coğrafyalarda birçok arkeloojik araştırma yapılmıştır.
Yakın zamanlarda buralara da hakim olan Rusya Çarlığı ve Sovyetler Birliği idaresindeki bilim adamları, Türk adını kullanmamaya özen göstererek, bütün bu yörelerde şöyle bir geçmişten söz ederken;
Taş devri,
Bronz devri,
Sakalar devri,
Usunlar devri
Türk Hakanlığı Devri (VI. yüzyıl).
Böylece tarihî adlandırmada Türkler buraya ancak VI. yüzyılda gelmişler, bir süre hakim olmuşlar, sonra da kaybolmuşlardır.
Oysa, Kazakistan ortalarında veya Kırgızistan’da Tanrıdağ eteklerinde Issık göl boylarında doğrudan Türk insanı yaşamış ve onun hatıraları buralarda kalmış olmalıdır. Ancak elbette yazılı bir belirgin ifade yoksa, sadece yaşadıkları yerden ve eşyalarından kalanlara bakılarak kimlik belirlemek güç ve tehlikeli bir iştir. Ancak en azından iki bin yıldır kesin olarak Türklerin yaşadığı belli olan yerlerin, daha eski yüz ve bin yıllarda da Türklerle meskûn olması tabiî olmalıdır.
Bu hükmün kabulünde, Türklerle ilgili bir başka peşin hüküm veya varsayım etkili olmaktadır. O da Türklerin bir yerde pek karar etmeyip durmaksızın göç etmiş olmalarıdır. Tarih boyunca Türk göçleri ünlü olduğundan, Türklerin yaşadığı alanlar en eski zamanlardan beri Türklerin olmayabilir. Böyle olduğu takdirde dahi cevabı verilemeyen pek çok soru vardır.
İç Asya coğrafyasında, mesela Issık göl, Türk destanlarında da Türk’ün kenarında yaşadığı bir yerdir. Bu sebeple bu yöredeki arkeolojik araştırmaların geçmiş bin yıllara ait verilerinin doğrudan Türklerin atalarına atfedilmesi olağan sayılmalıdır. Ancak bu türden adlandırmalar ve izahlar şimdiye kadar Pan-Türkist yorumlara (bkz. G. Frumkin) meydan vermeyecek şekilde yapılmış, kavramlar ve terminoloji dikkatle seçilmiştir. Bu konuda "Türk” adının ilk olarak VI. yüzyılda ortaya çıkmış olması yolundaki genel kabul de etkili olmuştur.
Bununla birlikte araştırmacılar Altaylar üzerinde daha çok durmaktadırlar. Altaylar, hem Türkistan sahası hem de daha doğudaki Ötüken yöresi ile ilişkili olduğundan, muhakkak ki akla en uygun gelen yerdir. Fakat bize kalırsa bu alan, Türklerin anayurdunun, sadece doğu kenarında kalmaktadır. Anayurt olarak, Altaylar ile Hazar Denizi ve Tanrı dağları arasındaki alan sayılmalıdır. Böylece Aral gölü tam ortada yer alabilir. Eski Türk yurtlarındaki arkeolojik kazıları Zeki Velidi Togan ve Bahaeddin Ögel de sağlıklarında takip etmekle birlikte en iyi şekilde değerlendiren Türk araştırıcı Dr. Emel Esin’dir. (1914-1987) O, kaleme aldığı eserlerinde, arkeolojik yayınların gerçeğini göz önüne alarak, oluşumları Türk bakış açısından değerlendirmeye çalışmıştır (Eserleri için bkz. Bibliyografyaya). O’nun ilmî hükümleri o zamanki Sovyet ve şimdiki Rus alimleri tarafından da takdir edilmekte idi (mesela S. A. Klyaştornıy).
Arkeolojik gerçeklerin, Türklerin bazı yörelerde birkaç bin yıldan beri oturduklarını açık olarak gösterdikleri bir misâl X-XI. yüzyıllardaki Oğuzlar ülkesine aittir. Aral Denizi’nin doğu kesiminde, Sırderya=Seyhun deltasında bulunan eski Oğuz Yabgularının kışlık merkezi Yengikend, Yeni-köy (dih, karye) anlamı ile dikkati çeker. X. yüzyıl İslam coğrafyacılarının Oğuz ülkesi olarak söz ettiği bu mekânın ortasında yer alan Yenikent’teki kazıları yapmış olan S. P. Tolstov’a göre buradaki kültür eserleri arasında, milat yıllarının katları ile M.S. X. yüzyıl katları arasında hiçbir kültür kesikliği söz konusu değildir. Yani milat yıllarında bu iskân yerinde oturanlar ile M.S. X. yüzyılın insanları, aynı eşyaları kullanmış, aynı hayatı yaşamışlardır. Eski kültürün bittiği ve yeni bir hayat tarzının başladığına (yeni insanların geldiğine) dair arkeolojik bir delil söz konusu değildir. Şu halde tarihî kaynaklardan X. yüzyılda burada kesinlikle varlığını bildiğimiz Oğuzlar, burada en azından bin yıldan beri oturmaktadırlar. Aynı Türkler orada oturmaya sonraki bin yılda da devam edecekler, ancak XIX. yüzyılda aralarında Ruslar görüleceklerdir.
Prof. Denis Sinor’un son makalelerinden birisinde söz konusu ettiği gibi, birçok bilgin, Türklerin durmaksızın göç ettiğine inanmakta idi. Bu sebeple de bazı Türk ve yabancı bilginlere göre Oğuzlar buraya daha doğudan gelmiş olmalıdır. Ancak arkeolojik veriler, bu göçün eğer varsa, en azından milat yıllarından daha önceki bir zamanda olmuş olabileceğine işaret etmektedir.
Arkeolojik neticeler, gerek kullanma eşyası gerekse doğrudan yaşayan insanların iskeletleri üzerindeki araştırmalar ile, İç Asya’daki devamlılığı gösteriyor. Bu arada kimi zaman, "mongoloit” diye tanımlanan unsurların arttığına işaret edilmekte birlikte, bunlar da fazla önemli değildir.
Türklerin M.Ö. binli yıllardan beri yaşadıkları yerlerdeki yüzey araştırmaları ve kazılar, bu yörelerdeki insanların maddî kültür eşyalarını ortaya çıkarmaktadır. Bu insanların ürettikleri eşyalar arasında, mesela inanç alanında devamlılık gösterenler dikkati çekiyor. Türklerin ölülerin mezarına koydukları, ölüyü temsil eden mezar taşı=balbal, Türk özellikleri ile bilinir. Bu balbalların uzak benzerleri, dünyanın öteki sahalarında da bilinir. Ancak VI-XII. yüzyıllarda doğrudan Türk adını taşıyanlar tarafından da çok kullandığı açık olarak bilinen balbalların benzerlerinin önceki bin yıllarda da Batı Asya ve Doğu Avrupa’da örneklerine rastlıyoruz. Saka/Skit ülkesindeki balbalların, bir büyük kültür gerçeği olarak ele alınması ve Skitlerle ilgili değerlendirmelerin, arkeolojik olarak da yeniden yapılması gerekmektedir.
Türk ülkelerinin arkeolojisi, taş devirlerinde, ilk ve kapsamlı buluntuların coğrafî adlarına göre de adlanmaktadır. Bunlar arasında Andronovo, Tagar ve Taştık kültürleri dikkati çeker. Bunlarla ilgili olarak ayrıca değerlendirmeler yapılabilir. Türk ülkelerinin arkeolojisi, taş devirlerinde, ilk ve kapsamlı buluntuların coğrafî adlarına göre de adlanmaktadır. Bunlar arasında Taştık, Tagar ve Andronovo kültürleri dikkati çeker. Bunlarla ilgili olarak ayrıca değerlendirmeler yapılabilir. Fakat bunlar arasında Emel Esin’in yazdıklarını (İslamiyet’ten Önceki Türk Kültür Tarihi ve İslama Giriş, Türk Kültürü El-Kitabı, II, Cild I/b’den Ayrı basım, İstanbul 1978, s. 10-11, 19-20) aynen alıyoruz:
"Tarihçiler ve arkeologlar hem tarihî kayıtlara hem de arkeolojik kalıntılara dayanarak Kem nehri kıyıları ve Kögmen Dağlarındaki kültürleri Kagnılı, Kırgız ve Göktürklerin müşterek atalarına bağlamışlardır. Bu bölgede uzun başlı Europeoidler olan Andronov kavmi yaşıyordu. M.Ö. 1300 sıralarında Karasuk kültürünün ortaya çıkışında, doğudan gelen bazı daha Mongoloid boyların âmil olduğu kültür kalıntılarından bilinmektedir. Doğudan gelip Karasuk kültürüne yol açmış olan boylar arkeolog Kiselev’e göre Kagnılı ‘Ting-ling’ boyları idi. Kagnılı boylar, bugünkü Çin’in kuzey bölgelerinde yaşamakta olan, bazı araştırıcılara nazaran kısmen Europeoid, fakat Mongoloidler ile de gittikçe karışan boylardı.
M.Ö. 600 sıralarında aynı bölgede Karasuk kültürü, bazı Europeoid göçlerin tesiri ile Tagar kültürüne çevriliyordu. M.Ö. 300 etrafında yeni Mongoloid göçlerin neticesinde Tagar kültürü, Taştık kültürü olarak gelişti ve Altay dağlarına da uzandı. Böylece Kagnılı, Kırgız ve Göktürk kültürlerinin bir müşterek kökten doğduğu açıkça görülür. Türeyiş efsanesinden anlaşıldığına göre Göktürk sülâlesi bir devirde bunları idare etmişti. Esasen dil ve yazı birliği gibi, hem Kagnılı boyların, hem Göktürklerin toteminin kurt olması da müşterek kültüre delâlet eder. Bütün Türkçe konuşan boylar hakkında at, dağ keçisi ve su kuşlarına dair bazı efsaneler de müşterek kültür unsurları idi.”
"Tagar mezarları eskiden beri yağma edilmiş olmakla beraber, bunlardan pek çok eşya çıkmıştır. Tagar kültüründe ekserî erkek, fakat savaşçı oldukları anlaşılan bazı kadın mezarlarında da silahlar bulundu. Oklar, düz kılıç ve "kıngırak” dediğimiz iki yanı keskin düz kamalar çoktu. Kabzasında hayvan başı veya küçük hayvan heykelleri olan, yatağan dediğimiz, eğri bıçaklar da bunların menşei olan Kuzey Çin ile Tagar kültürünün ilişkilerine işaret ediyordu. Erkek ve kadın mezarlarında pek çok süs eşyası bulundu: Renkli taşlar ve bilhassa al akik ile süslenmiş altın ve tunç tokalar, iğneler, tâclar, bilezikler, küpeler, taraklar ve saplı tunç aynalar gibi.
Pazırık kurganının bulunduğu Altun-yış, yani Altaylar da arkeolojik araştırmalar çokça yapılmıştır. M.Ö. IV-II. yüzyıllara ait olduğu sanılan Pazırık kurganı, Çin kaynaklarındaki M.Ö. 176 ve 43 yıllarına ait kayıtlarda bu yörede Uygurlar bulunmakta imiş. Schmitt ise Milât sıralarında Altun-yışlı manasına gelen Kin-man adlı bir kavim mevcud olduğuna göre Altun-yış’ın Türklerin en eski vatanı olduğu fikrindedir..
Altaylardaki mezarlardan da pek çok eşya çıkmıştır. Bunlar Göktürk Devri eşyalarını andırırlar. Taştık devri levhalarındaki şahısların kimisi İç Asya göçebelerinin kıyafeti olan çakşır ve mintan giymişler. Savaş sahnelerinde uzun saçlı veya topuzlu olanların galip geldiği ve kel olarak gösterilenlerin mağluplar olması dikkati çeker (Kagnılı boyları mağlup düşmanın saçını keserdi). Bazı şahıslar Kazakistan’daki Esik’te ve Aral bölgesinde de görüleceği gibi, maden veya deriden küçük levhaların dikilmesinden müteşekkil zırhlar giymiştir. Bunların başında Göktürk Devri’nde yüksek mertebeli kişilere mahsus olan sivri tulgalar vardır. Alpler kulağa kadar gerilebilip okları çok uzaklara yollayan cinsten göçebelerin geliştirdiği yaylar germektedirler. Bu resimler tek bir levha halinde bir Alp’in hayatını tasvir etmekte olabilir.
Emel Esin, bir başka yazısında, en eski Türk hayatını, Türk kültürü olarak şöylece özetlemektedir:
"Türk kültürü, Kuzey Eurasia kıtasının geniş ufuklarında doğmuştu. Türkler hakkında en eski kaynaklar, Çin tarihleri, milattan önceki üçüncü asırda yaşayan, tarih sahnesinde Türk olarak belirecek birkaç boy üzerinde bilgi vermektedir (Basmıllar, Kırgızlar, Uygurlar ve Çinlilerin T’ing-ling=T’ieh-le gibi adlar ile andıkları Kağnı sahibi kabileler, Yani kanglılar). Bu Türk boyları Çin’in kuzeyinden batıya doğru, Aral denizine kadar uzanan bir kuşak boyunca kurulmuş devletler olarak tanıtılmaktadır. Böylece erken Türkler, Kuzey Eurasia kıtasında yaygın, muhtelif ırklardan (europid ve mongoloid) boylar çevresinden idiler. Çevrenin doğusu hakkında araştırmalar şunu göstermektedir: Aslen ana etrafında teşekkül eden küçük çapta ekinci toplumlar, milattan önceki ikinci bin yılın sonunda, bir istila sonrasında, muhtemelen Ari kavimlerin ilerlemesi neticesinde hayat tarzlarını değiştirmişlerdi.
Bu insanlar, geçimlerini çobanlık ve av ile sağlamaya başlamışlardı. Soğuk mevsimi, eskisi gibi, hücumlara karşı tahkim edilmiş surlu kışlaklarda geçiriyorlar ve muhtemelen kuvvetli, gerçekçi ve heyecanlı, hamasi üsluptaki sanat eserlerini meydana getiriyorlardı. Surlar içindeki kışlaklarda, otağların yanında, benzer şekilde inşa edilmiş sıvalı ağaçtan evler de vardı. Kırgız Türkleri, milattan önceki son asırda, Çin tarzında köşk de yapmışlardı. Baharda sürüleri yayla ve otlaklara götürüp çadır (göçürülebilir ev) altında yaşıyorlardı. Günümüz araştırıcıları mevsim göçleri yapılan hayat tarzına yarı-göçebelik demektedir. Mevsim göçleri sırasında, sürülerin birbirine karışmaması için her boy, sürülerine kendi tamgasını vuruyordu. Sanat eserlerindeki tamgalar, kuzey Asya kültürünün bir alameti oldu.
Mevsim göçlerinde karşılaşılan güçlükler ve boylar arasında çatışmalar, erkek savaşçı kişiliğinin, Türkçe tabiri ile er ve alp şahsiyetinin ön plana geçmesine yol açmıştı. Erler ve alpler, alpagutlar, bağaturlar arasında kurulan kademeli bağlar, orduların çekirdeği olacaktır. Alpler şölenlerde mertebeye göre sıralanıyor ve içki kadehi ile, savaş tanrısı timsali kılıcı şahit tutarak büyüklerine bağlılık andı içiyorlardı. Er ve alplerin mezarlarında ve heykellerinde görülen alametleri kılıç veya kama asılı kemer ile kadeh idi.
Toplumdaki değişiklik, kadınların hayatında çok fark yapmadı. Kadınlar yine ailenin bakımı ile, "evçi” olarak kalmakta, ilaveten göç esnasındaki güçlüklere ve çatışmalara bile karşı koyabilmekte idiler. Ana tanrıça tasavvurunun, ana etrafındaki önceki aile düzeninin hatırası olduğu sanılır.
Kuzey Eurasia mezarlarında bulunan eşya, yarı göçebeliğe uygun olarak taşınabilir cinstendir. Eski Türkçe adı ile "kerekü” veya otağ diyeceğimiz, Kuzey Eurasia’nın üstüvani şekilde ve künbedli çadırının, işlemeli keçe örtüleri ile keçe, yahut yün yaygıları bulunuyordu. Halılar merasim eşyası da sayılıyordu. Atlı boyların kıyafetleri çakşır ve keçe çizme, kaftan, kepenek, kürk hem soğuktan hem güneşten koruyacak börkler, asırlar boyunca değişmeyecekti. Birer sanat eseri olan madeni ve kemikten küçük levhalar, giyimde olduğu gibi, at takımlarında da kullanılıyordu. Boy beği mertebesinde olmayan erkekler, kadınlardan daha sade kıyafette idiler. Fakat onların da küpeleri, gerdanlıkları olabilirdi.
Tarihî Türk devrinin en erken safhasından beri işlemeli yaka ve kol ağızlarına dikilebilen şeridler, mertebe işareti olarak gözükmektedir. Sanat eserlerinde, kadın tasvirleri, uzun elbiseler ve tac gibi başlıklardan seçilebilmektedir. Kuzey Asya atlı boylarının mezarlarının bir hususiyeti de çok sayıda ve gelişmiş silah cinsleri ve zırhlar ile tulgalardır. Atlı boylar dört nala gidişte hem öne hem arkaya ok atmak mahareti ile ün salmışlardı. Türklerde böyle üstün okçuların alameti, başa takılan çift şahin kanadı idi”8
Görülüyor ki arkeolojik tetkikler doğrudan "Türk” yorumu vermese de, çok yönlü özellikleri ile Türklerin geçmiş yüz ve bin yıllarını en iyi şekilde tasvire imkan vermektedir. Böylece arkeolojik bilgiler sonrasında, doğrudan tarihî devirlere girilebilmektedir.
C. Mitoloji / Destanlar:
Türk’ün Kendi Destanları
Destanlar, efsanevî bilgiler, tarihî kaynakların bulunmadığı zamanlarda bir fikir verebilir: Bu sebeple Türklerle ilgili Destanlarda da tarihî gerçekler böylece aranacaktır.
Zeki Velidi Togan, "Türk Tarihinin en eski devirlerine ait rivâyetler doğrudan doğruya destan olarak yazılmıştır” demektedir (Tarihte Usul, 1950, s. 47. ) Bunlardan ‘Şu’ destanı, Hanname, Tünge-alp (Afrasiyab), Türk, dört oğlu ve On kam (On-ok, yani Batı Göktürk) rivayetleri bize ancak bazı parçalarından malumdur”. Togan’a göre bütün "bu rivayetlerin tarihî hayatı yansıttıkları açıktır”.
1. En eski Türk destanı Alp Er Tunga ile ilgilidir. Hatıraları Afrasiyab adıyla İran millî destanında saklanan Alp Er Tunga, Türk devletinin en eski ve en namlı Hakanı’dır. Kaşgarlı Mahmud tarafından nakledilen (I, 41, 189) destan parçaları oldukça etkili ve güzeldir.
Alp er Tunga öldi mü
Isız ajun kaldı mu
Ödlek öçin aldı mu
Emdi yürek yırtulur
Ulşıp eren börleyü
Yırtıp yaka urlayu
Sıkrıp üni yurlayu
Sıgtap közi örtülür..
Alp Er Tunga destanı ile biz doğrudan destanî hayattan, Sakalar=İskitler devri Türk tarihine girebiliyoruz. Çünkü Alp Er Tunga= Afrasiyab, İran sahasının doğu ve kuzeyine hakim olan bir büyük devletin Hakanı’dır.
2. Zaman bakımından sıralandığında ikinci destanımız, muhtemelen Asya İçlerinden doğu taraflarına göç olayını konu edilen Şu Destanı’dır. Bu destan da ancak hikâye halinde Kaşgarlı Mahmud’un eserinde kalmıştır. Buna göre İskender-i Zülkarneyn, Türkistan’a geldiğinde Türk Hakanı Şu, doğuya doğru çekilmiştir. Hakanın bu çekilme kararından habersiz olan bir kısım Türkler ise Türkistan’da kalmışlar idi. Bunlar Kaşgarlı’ya göre yirmi iki Türkmen boyudur. Emel Esin ve diğer birçok araştırıcı Şu Destanı’nda, Çin sülalelerinden Chouların izlerini görmektedirler.
3. XVII. yüzyılda yazıya geçirilmiş olan Hanname, "Kimmerlerin Orta Asya’da bazı Türk kavimleri, Hasarlar, Rak/Uğrak, Çiğil ve İlaklarla birlikte yaşadıkları zamanı anlatır. Hanname, bize ancak 17. asırda Buharalı İmami adlı bir Özbek tarafından efsanelerle karışık bir şekilde yazarak vasıl olmuştur” (Z. V. Togan, Tarihte Usul, s. 48; ayrıca bkz. "Das Özbekische Epos Chan-Name”, CAJ, Vol. 1, No. 2 s. 144-156). Hanname’nin, tahlili yapılmadan geniş bir özeti, O. Ş. Gökyay tarafından yapılmıştır ("Hannâme”, Necati Lugal Armağanı, Ankara 1968, s. 275-329). Hanname’de, hadiselerin oluş zamanları ile yazılış devri arasındaki çok uzun zaman dolayısıyla; yerler ve kahramanlar çok iç içe girdiğinden, tahlili çok dikkat ister. Bunu da Zeki Velidi Togan yapmış olup, henüz, çok kısa bir hulasası yayımlanmıştır.
4. Oğuz Han, en eski Türk tarihinin en çok bilinen kahramanı olup, Türk destanlarının nispeten en "iyi muhafaza edileni de Oğuz Destanı’dır. Oğuz Destanı’nın doğrudan Türkçesi, hem de XIV. yüzyıl başlarında yapılan Farsça çevirisi günümüze kadar gelmiştir. Bu arada sonraki zamanlarda da Oğuz Destanı birkaç şekilde kaynaklara yansımıştır (Ş. Yezdî, Uluğ Beğ’in eseri; Ebülgazi Han).
Zeki Velidi Togan, Oğuz Destanını hayatının son senelerinde ele almış ve incelemeleri tarafımdan yayımlanmıştır. Oğuz Destanı’nın daha ayrıntılı olarak nakledilen Reşideddin’un Cami üt-Tevarihi’ndeki Farsçasında, 24 kadar Padişah zikrediliyor. Burada birkaç sülaleye mensup hükümdarlar karıştırılmış. Tam bir sülalenin hükümranlık devri, tek bir padişahın ömrü gibi tasvir olunan noktalar da olabilir”. Türkçe ve Farsça olarak birçok ayrı şekilleri bulunan Oğuz Destanı, Zeki Velidî Togan’ın ayrı bir kitabında incelenmiştir.9
1. Reşideddin Fazlullah
XIV. yüzyıl başlarında kaleme aldırdığı Cami üt-Tevârih’in girişinde, en çok Oğuz Han üzerinde durmuş idi. O ayrıca kendisine ulaşan destanları da söz konusu etmiştir. Fakat ona göre, Türklerin geçmişleri ile ilgili en eski ve etkili destan, Oğuz Destanı’dır. Ancak o bu kesimi "Türklerin ve Oğuzların Tarihi” diyerek vermektedir. Burada önüne getirilen Türkçe metin Farsçaya çevrilirken, muhtemelen İslâmî unsurlar katmış, bu arada bazı tasarruflarda da bulunmuştur. Metin şöyle başlar:
"Türk tarihçileri ve dili çabuk râviler şöyle anlatırlar: Nuh Peygamber a.s. yeryüzünü oğulları arasında bölüştürdüğü zaman büyük oğlu Yafes’e Doğu illeri ile Türkistan’ı ve o tarafları verdi. Yafes, Türklerin deyişine göre Olcay Han diye lakab alır. O göçebe olarak yaşıyordu. Yaylak ve kışlakı Türkistan’da olup yaz aylarını İpanç şehri şehri yakınlarındaki Ortak ve Kürtak’ta kışları da aynı yörelerdeki Karakurum diye meşhur olan Karakum’daki Borsuk adlı yerde geçiriyordu.
Burada iki şehir vardı: Birisi Talas, birisi Karı Sayram ki bu son şehrin çok büyük kırk kapısı vardı. Bugün orada Müslüman Türkler yaşıyorlar. Kunçzı’nın memleketine yakındır ve Kaydu’ya aittir. Olcay Han’ın paytahtı bu yerde idi.
Onun Dîb Yavku Han adında bir oğlu oldu. Dîb’in manası taht ve makam, yavku ise halkın önderi demektir. O büyük ve tanınmış bir padişahtı. Dört muteber ve şöhretli oğlu vardı. Kara-han, Orhan, Kür-han ve Küz-han. Kara-han veliahd olduğundan babasının yerine geçip Padişah oldu. Onun çok talihli ve padişahlığa layık bir oğlu dünyaya geldi. Üç gün ve üç gece anasının sütünü emmedi.”
Bundan sonrasını özetleyerek verecek olursak, anası Tanrı’nın birliğine iman ettikten sonra sütünü emer; bir yıl sonraki toyda kendi adının "Oğur” (Oğuz) olması gerektiğini belirtir ve büyüdükten sonra babası kardeşlerinin kızlarını alır. Bunlar Tanrı’ya iman etmediklerinden yanaşmaz, küçük amcası Orhan’ın kızıyla daha iyi ilişki kurar ve bu durum babasının dikkatini çeker. Oğuz avda iken onu yok etme hazırlıkları yapılır ve bunu da son hanımı Oğuz’a haber verir. Oğuz ile babası ve amcaları arasında mücadele başlar ve bu 75 yıl sürer. Sonunda Oğuz galib gelir; amcaları uzaklara kaçar, Oğuz onlara "Muval” yani her zaman kaygılı olun diyerek Moğol adını verir. Oğuz zafer sonrasında toy verdi ve kendisine uyanlara Uygur adını verdi. Sonrasında cihangirlik için dünyanın dört bir yanına seferlere başladı.
Hindistan’a, Çin, Maçin ve Nenkiyas’a sefer etti; ülkesine döndüğünde İnal Han ile savaştı. Oradan kuzey diyarına yöneldi; Karaşit’e galip geldi; Atil boyuna vardı; Kıl-barak ile savaştı; sonrasında Karanlık ülkesine yöneldi; elde edilen ganimetleri yeni icad edilen Kanglılara yükleterek memleketine gönderdi. Derbent’ten güneye indi, Şirvan ve Şamahı’dan sonra Arran ve Mugan tarafına gitti. Gürcistan’a hakim oldu; Diyarbekir ve Şam’a yöneldi; oğulları Tekfur ile mücadele sonrasında Frenk ve Rum diyarına karşı harekete geçtiler Oğuz bütün ordusuyla Dimeşk’e yöneldi, Mısır’ı da alıp il yaptı ve Bağdat tarafına yöneldi. Oğullarını Fars ve Kirman tarafına gönderdi, Irak-Acem’de iken, aç kaldığından geride kalanlara Kal-aç adını verdi. Mazenderan’a ve oradan Herat’a ulaştı; yurduna Gur ve Garcistan yoluyla dönerken, dağlarda çok kar olduğundan, geriden gelen Karluklar orada kaldılar. Oğuz yurduna dönünce Uygurlar onu karşıladılar, büyük bir toy verildi, Oğuz Han altın evini kurdurdu. Üç oğlu bir yay, üç oğlu da oklar buldular; bozulabilen yayı bulanlara Bozok, okları bulanlara da Üçok adını verdi. Daha sonra da vefat etti.
Oğuz Han’dan sonra yerine Gün Han geçti; bu zamanda Yenikentli Irkıl Hoca, Oğuz Han’ın altı oğlunu ve her birisinin dörderden 24 torunu kendi arasında düzenledi. Böylece onlar toylardaki yerlerini, sıralarını ve yiyeceklerini bileceklerdi. Bu arada her birisinin damgası ve ongunu (kuşu) de belirlendi. Bunları aşağıda Ebülgazi’den nakledeceğiz.
Oğuz ve sonrası Gün Han’ın ardından başa geçen Oğuz Yabguları (Dîb Yavkuy Han, Kurs Yavkuy vb.) ile artık doğrudan bir tarihî dönem başlamaktadır.
2. Uygurca Oğuz Destanı
Uygurca Oğuz Destanı’nda Oğuz’un annesi Ay-kağandır; Oğuz adeta vahşi bir görünüşte bir yiğit olur ve halkını birçok canavardan kurtarır. Gökten inen ışık içindeki kızla evlenmesinden Gün, Ay ve Yıldız; bir ada içinde bulduğu kızdan da Gök, Dağ ve Deniz adında oğulları oldu.
Oğuz bir büyük toy verdi ve dünyanın dört bir yanına "Ben Uygurların Kağanıyım, bana itaat etmeniz gerek” diye haber gönderdi. Altan Han buna uydu; fakat sol yandaki Urum Kağan uymadı ve üzerine yürüdü. Bu sırada gök tüylü, gök yeleli bir kurt ordunun önünde belirdi; Oğuz’un ordusu onu takib ediyordu. Urum Kağan yenilmiş, kardeşi Uruz’un oğlu Oğuz’un Saklab adını verdiği bir şehirde kalıp Oğuzla dost olmuştu.
Çok geniş olan İtil suyunu geçmek için Uluğ Ordu Beğ, ağaçlardan yararlanıp bir alet yaptığı için Oğuz ona Kıpçak adını verdi. Yöredeki bir buzlu dağa giden askerleri karlar içinde kalınca onlara da Karluk dedi. Yoldaki bir altın evi açamayan Oğuz, birisine burada kal ve aç dedi ve onun adı da Kalaç oldu. Çürçet ile kavgada çok ganimet alınmıştı; Barmaklığ Çosun Billig, kanga kanga diye ses çıkaran Kanglı’yı icad edince onun adını Kangaluğ/Kanglı koydular. Kurt önde olmak üzere Hind, Tangut ve Şam taraflarına yürüdü; oradan Masar diyarına gitti. Masar Kağan yenildi, sayısız eşya ile geriye yurduna döndü.
Oğuz Kağan’ın yanında, Uluğ Türük adında ak sakallı, ak saçlı, çok akıllı bir ihtiyar, anlayışlı ve asil bir kişi idi. Bir gün rüyasında gündoğusundan batısına uzanan bir altın yay ile üç gümüş ok görmüştü. Bunu Oğuz’a anlattı; Oğuz, Gün, Ay ve Yıldız’ı doğuya, Gök, Dağ ve Deniz’i batıya gönderdi; Doğuya gidenler bir altın yay, batıya gidenler üç gümüş ok bulup babalarına verdiler. Oğuz, altın yayı üç parçaya bölüp bozdu; her bir oğluna bunları ve okları verdi.
Oğuz en son bir büyük kurultay topladı; Sağ yanda yayı bozup verdiği oğulları, yani Bozoklar, sol yanda da üç oku verdiği oğulları Üçoklar oturdu, sonrasında Oğuz "şimdi yurdumu size veriyorum” diyerek destan bitmektedir. Birçokları tarafından yayınlanan (Bang-Rahmeti; M. Ergin, Şçerbak, ) Uygurca Oğuz Destanı, henüz İslamî motifler girmeyen bir döneme aittir. Oğuz güçlü, kuvvetli ve Bozkurt rehberliğinde ordularını yürüten bir insandır. Oğuz Han’ın aklı başında müşaviri Uluğ Türük’tür.
3. Temür Devri Tarihçileri
Temür devrindeki tarihçiler, İç Asya’daki Oğuz Destanı’nın ve Oğuz Han’ın şahsiyetinin öteki Türk destan geleneklerinin biraz farklı bir şeklini belirtir. XIV. yüzyıl sonlarında bilinen ve XV. yüzyılda kaynaklara kaydedilen şekli (Şerefeddin Yezdî Mukaddimesi) 1440 yıllarında Temür Beğ’in torunu Uluğ Beğ (1394-1449) tarafından da Şeceret’ül-Etrâk adlı eserinde nakledilmiştir.
Ona göre, Nuh Peygamber, Turan ve Türkistan’ı Yefes’in hissesine verdi, bu sebeple ona Ebü’t-Türk derler (yeni Türk’ün babası); İran toprakları, Acem ve Ahvaz, Sam’a yani Ebü’l-Acem’e düştü, nihayet Hindistan ve Sudan tarafları da Ham’a ayrıldı ve ona da Ebül-Hind derler.
Yafes’in dokuz veya sekiz çocuğu olduğu söylenir:
Türk, Hazar, Saklab, Rus, Mensek, Çin, Kemari, Kimal (? k) ve Mareh (=Kanğ?). Bazıları Kimakle Kemari’yi bir sayarak sekiz çocuk derler. Uluğ Beğ Farsça eserinde, Türk’e "Yafes-oğlan”dendiğini de kaydeder. Türk bin Yafes bin Nuh’un padişahlığının anlatılması kesiminde, aşağıda Mücmel’üt-Tevarih’te nakledilecek bilgiler hemen aynen bulunmaktadır. Ancak bazı farklar da vardır. Mesela çok yerleri gezdikten sonra beğendiği sulu; çeşmeleri bol yere Cayilgan (Yayılgan?) adını vermiştir. Farsların, Hz. Âdem’le aynı kişi olduğu söylenen hükümdarı Keyümers ile çağdaş olup, o da Doğu illerinin hakanlarının arasındaki ilk "kaan”dır. Son derece akıllı; edebli ve hüner sahibi idi. Halkına at, deve, sığır, koyundan istifâdeyi ve keçe yapımını öğretti. Zamanında barış ve huzur vardı.
Türk’ün beş oğlu olmuştu: Sırasıyla Amılca, Tünk, Cigil, Barshar ve İlak. Yemeğe tuz katılması Tünk Han zamanında olmuştu. Şöyle ki bir gün avda kebap yerken Tünk bin Türk’ün elinden düşer; bu yer meğerse tuz madeni imiş ve alıp yediğinde tadı daha hoş gelir. Durumu kardeşlerine, babasına ve öteki devlet erkanına bildirir ve bundan böyle kebaba tuz konur. Keza ehli ve vahşi hayvan postlarından elbise edinmek de Türk zamanından kalmıştır. 240 yıl ömür sürdü.
Türk’ün vefatından sonra kardeşler arasında bazı olumsuzluklar göründü. Mesela Mensek, hilekâr olup Bulgar nehri kenarını mekan tutmuştu. Guzlar ondan gelir; istendiğinde yağmur yağdırılabilen "yada taşı”nı Mensek almış, Türk’e sahtesini bırakmıştı ki sonra bu Guz’a geçti. Guz ile amcası Türk arasında bu sebeple kavgalar oldu. Yuğur ve Türkmanların adları bu çekişme ve mücadelelerde geçer. Çin de hünerli ve feraset sahibi bir kimse idi. Maçin, Çin’in oğludur ki Osman bin Ertuğrul’un ceddi buraya çıkar. Kemari de ayyaş ve av-sever bir kimse olup, sincap, samur ve kakım derilerinden giyim yapıyordu. İki oğlundan birine Burtas, birine Bulgar adını koydu. Kimal/Kimak, zarif, latif bir kimse idi. Evladı da "mirza tabiatlı” ve hoş özellikleri ile ünlüdür. Kanğ (yukarda Mareh diye geçmişti) bin Yafes ise iyi yaratılışlı ve güzel ahlaklı idi. Kardeşleri arasında en insaflı olarak şöhret bulmuştu. Çin sınırlarında Kamrun taraflarında kaldı ve evladı orada dağıldı.
Yafesoğlan Türk Han bin Yafes, Türkistan’ı güzelce idare etti. Vefatında oğlu Abılca Han, yerine onun oğlu Dibakuy Han, onun oğlu Küyük Han ve onun oğlu Alımcan Han geçtiler. Alımcan Han Türklerin ülkesini Tatar ve Moğol adlı iki oğluna paylaştırdı:
Tatar Han’dan sonra sırasıyla Buku Han, Amılcana Han, Ensil=Elili Han, İtsenir Han, Ardu Han, Baydu Han ve en son Han da Sevinç Han idi.
Moğol Han’a gelince bunun dört oğlu oldu: Kara-han, Oz-han; Küz Han ve Or-Han. Babalarından sonra Kara-han Han oldu. Kışlak ve yaylağı Ortak ve Kürtak idi. Bunlar kafir olup şirk içinde idiler. Hatunundan bir oğlu dünyaya geldi, ad verme toyunda o kendi adının Ağuz (bundan sonra Oğuz diyeceğiz) olduğunu söyler. Anasının sütünü, o ancak Tanrı’nın birliğine inandıktan sonra emdi.
Böylece Oğuz Han ile ilgili, önemli bir kısmı Reşideddin’de verilen bilgiler verilmekle birlikte ordu düzeniyle ilgili kısım bir hayli ayrıntılı, kısmen Moğolca fakat Türkçeleri de olan bilgiler vardır. Oğuz Han, Reşideddin’de olduğu gibi Uygur, Kıpçak, Karluk, Kalaç ve hatta Ağaçeri Türk boylarının isimlerini verir. Burada ek olarak Uluğ Bey’de Çiyurgan/Cürgân? (Şuburgan?) ki katar manasına gelir, eklenmiştir. Hatta bir yerde (yazma, 23b) kendisine "Oğuz Han-Gazi” de denerek, o aynı zamanda bir İslâm kayramı sayılmaktadır. Asıl yurduna döndükten sonra bir toy yaptı, altın otağını dikti; yenip içildi. Bozok (Kün Ay, Yulduz) ve Üçokları (Kök, Tak ve Tingiz) düzenledi.
Oğuz Han’dan sonra Kün Han geçer ve Irkıl Hoca sağ ve sol kolları (Bozok ve Üçokları) düzenleyip onların lakap ve tamgaları ile yerlerini meclis ve toylardaki yerlerini belirtir; koyunun nerelerini yiyeceklerini de tanzim eder; fakat Kün Handan sonra, oğlu değil kardeşi Ay Han geçer. Ay Han’dan sonra ise, Yulduz Han geçerler. Bu arada Yulduz Han’ı Ay Han’ın oğlu sayıp, sonrasında Yulduz Han’ın oğlu Mengli Han ve sonrasında Tingiz-Han başa geçerler. Tingiz Han 110 yıl Moğolistan’da Hanlık yapar ve sonrasında oğlu İlhan padişah olur.
Sâkin ve olgun bir kişi olan İlhan zamanında, İran-zemîn’den Tur bin Feridun asker çekip Ceyhun’u geçer ve Türkistan’a yönelir. Son Tatar Hanı Sevinç Han, Oğuz Han ailesine karşı intikam için fırsat bulur ve onunla birleşir. Tur ile İlhan savaşırlar; "Türklerden, Uygur ve Tatar’dan çoğu öldürülür; Tur ile Sevinç Han ordusu hile ile geri çekip, sonra ani bir baskınla Moğolları yok ederler. İlhan’ın oğlu Kıyan ile Nüküz ve iki kadın ölenlerin arasında sağ olarak kalırlar ve güçlükle kendilerini kurtarıp, Türklerin Ergenekon, yani dar-geçit dedikleri güvenilir bir yer bulurlar. Bu olay, Oğuz Han’ın vefatından bin yıl sonra cereyan etmişti.
Bu savaşlar sırasında bir tarafa kaçışan kırk kızın soyu, Kır-kızları oluşturmuş; otuz yiğit de başka bir yöne kaçmış ve onlardan Otuz-oğlanlar meydana gelmiş.
Böylece doğrudan tarihî devirlere de gelinmiş olur. Çünkü artık Ergenekon ile ifade edilen Türk tarihinin bu bir felâketli dönemidir ve Göktürklerden önceki zamanı kastetse gerek. Görülüyor ki XIV. yüzyıl sonlarındaki bir rivâyet, Oğuz Han’ı Türk’e ve hatta daha yakın bir ata olarak da Moğol’a bağlamaktadır.
Uluğ Beğ, kendisinin Türk olduğunun şuurunda olup, bu arada İç Asya’daki oluşumları da bilmekte, en önemlisi Moğol’un doğrudan Türk ve Oğuz Han’la yakın olduklarını bilmektedir.10
4. Ebülgazi Han
1603-1663 arasında yaşayan ve 1644 sonrasında Hive Han’ı olan Ebülgazi Han, Türkmenler arasındaki Oğuznamelerin oldukça farklı olduğunu görünce, kendisi de bir metin tesis etmiştir. Onun metni, A. N. Kononov tarafından yayınlanmış, Türkçeye de nakledilmiştir.
Atil ve Yayık boyuna giden Yafes’in sekiz oğlu vardı: Türk, Hazar, Saklab, Rus, Menek, Çin, Kemari ve Tareh. Yafes ulu oğlu Türk’ü yerine geçirdi; Türk’e Yafesoğlanı derler. Issık göl etrafını beğendi, orada keçeden evini kurup oturdu. Türkler arasındaki birçok adetler ondun kalmıştır. Türk’ün dört oğlu vardı: Tütek, Cigil, Barscar ve Emlâk. Türk öleceği zaman Tütek’i yerine bıraktı; Tütek, akıllı, devletli ve iyi bir padişah idi; Türk içinde çok adetlerı o yarattı. Acem padişahlarından Keyümers ile çağdaş idi. Bir gün ava çıkar, geyik öldürüp kebap edip yerken bir dağram et yere düşer. Onu alıp yediğinde ağzına daha hoş gelir; orası tuzlak imiş. Aşa tuz salmasını o çıkardı. Ondan sonra oğlu Amılca, sonra oğlu Bakuy Dîb Han geçti. Dîb’in manası tahtın yeri, Bakuy’unki de "il ulusu” demektir. Sonra oğlu Kök Han geçti; Ölünce oğlu Alınca, Han oldu. İki oğlu vardı, birisi Tatar, birisi Moğol. Atası yaşlandığında yurdunu ikiye bölüp iki oğluna bölüştürdü. Tatar ve Moğol her ikisi de kendi ülkelerinde padişahlık ettiler.
Moğol Han’ın dört oğlu var idi: Ulusunun adı Kara-han, sonra Kür-han, Kır-han ve Or-han. Moğol Han’dan sonra, büyük oğlu Kara-han başa geçti; Kara-han Ortak ve Kürtak’ta yaylar idi. Bu zamanda ona Uluğ-Tağ ve Kiçik-Tağ derler. Kış olunca Sır suyunun ayağında ve Karakum ve Borsuk’ta kışlar idi.
Karahan’ın uluğ hatunundan yüzü ay-günden parlak olan bir oğlu dünyaya geldi. Üç gece gündüz anasını emmedi. Her gece o oğlan anasının düşüne girip derdi: "Ey ana, Müslüman ol, eğer olmazsan, ölecek olsam bile senin memeni emmiyeceğim”. Anası oğluna kıyamadı ve Tanrı’nın birliğine iman getirdi. Ondan sonra o oğlan memesini emdi; Anası gördüğü düşü ve Müslüman olduğunu kimseye söylemedi. Çünkü Türk halkı Yafes’den ta Alınca Han’a kadar Müslüman idiler; Alınca Han padişah olduktan sonra Tanrı’yı unuttular, bütün halk kafir oldu. Kara-han zamanında da sıkı kafir idiler; baba oğlunun Müslüman olduğunu bilse onu öldürürdü. O zamanda oğlan bir yaşına gelince adı konurdu. Karahan ile boya haber salıp bir ulu toy yaptı. Karahan beylerine oğluna bir ad verilmesini istediğinde beyleri cevap vermeden oğlan "Benim adım Oğuzdur” dedi.
Sonrasını özetleyecek olursak, Reşideddin’deki olayları hemen burada da görürüz. Oğuz vefat ettikten sonra, yerine Gün Han geçmişti. Gün Han zamanında Irkıl Hoca, Oğuz’un çocuk ve torunlarını bir tertip ve düzene sokulmuşlar idi. Oğuzları 24 ana boy esasında düzenleyen Irkıl Hoca, boyların kendi aralarında çekişmeleri için bazı esaslar koymuştur. Bazı ayrıntıları Reşideddin’in eserinde bulunmayan bu düzenlemenin Ebülgazi Bahadır Han’daki şeklini aynen almak, bazı Türk boylarının, bu düzenleme deki yerini, orun ve ülüşlerini belirtmek açısından yararlı olacaktır: Altın örgenin töründe Kün Han oturdu; Koyunun başını, arkasını, kuyruklu ucasını ve bağrını ona verdiler. Örgenin iç eşiğinde Irkıl Hoca oturdu, töşünü onun önüne koydular.
Sağkol’da ilk örgeye Kün Han’ın büyük oğlu Kayı’yı (kuşu şunkar) oturttular. Sağ aşıklı iliği ülüş verdiler. Bayat (üki) onu doğradı, Sorkı atları tuttu. İkinci örgeye Alka-evli’yi (köykenek) oturttular. Sağ kar iliği ülüş verdiler. Kara-evli (Köbek-sarı) onu doğradı, Lala atları tuttu. Üçüncü örgede Ay Han’ın büyük oğlu Yazır’ı (turumtay) oturttular. Sağ yan-başı ülüş verdiler. Yapar (kargu) onu doğradı, Kumı atları tuttu. Dördüncü örgede Dodurga’yı (Kızıl-karcagay) oturttular, sağ umacayı ülüş verdiler. Döğer (göçgün) onu doğradı Mürdeşuy atları tuttu. Beşinci örgede Yulduz Han’ın büyük oğlu Avşar’ı (cer-laçın) oturttular. Sağ uyluğu ülüş verdiler, Kızık (sarıca) onu doğradı, Turumçı atları tuttu. Altıncı örgede Beğdili’yi (bahrî=kuzgun) oturttular; sağ yağrını ülüş verdiler. Karkın (su bürkütü) onu doğradı, Karacık atları tuttu.
Sol yandaki birinci örgede Gök-han’ın büyük oğlu Bayındır’ı (laçın) oturttular; sol uyluğu ülüş verdiler, Becene (ala toğan) onu doğradı, Kazıgurt atları tuttu. İkinci örgede Çavuldur’u (buğdaynık) oturttular, sol yan-başı ülüş verdiler; Çepni (hümay) onu doğradı, Kanklı atları tuttu. Üçüncü örgede Dağ Han’ın büyük oğlu Salur’u (bürküt) oturttular, sol aşıklı iliği ülüş verdiler. Eymir (encarî) onu doğradı, Kalaç atları tuttu. Dördüncü örgede Alayuntlu’yu (yağılbay) oturttular, sol umacayı ülüş verdiler Üregir (bayku) onu doğradı, Teken atları tuttu. Beşinci örgede Tengiz Han’ın büyük oğlu İğdir’i (karcıgay) oturttular, sol karı iliği ülüş verdiler. Büğdüz (italgu) onu doğradı, Karlık atları tuttu. Altıncı örgede İva’yı (toygun) oturttular; sol yağrını ülüş verdiler. Kınık (cer karcıgay) onu doğradı, Kıbçak atları tuttu.
.Oğuz Han’ın altı oğlunun asıl hatunlarından doğan torunları yirmi dört kişi idi. Kün Han onların her ikisini bir örgede oturttu ve on iki bölük oldular. Bu onikisinden doğanlara yüzlük dediler. Oğuz’un adlandırdığı kişiler ve kumadan doğan torunları da yirmi dört kişidirler. Bunların hepsini evin (örge) dışında oturttular; On ikisi at tutup oturdu, on ikisi eşikte oturdu; bunlardan doğanlara aymak dediler ki aslı omaktır”.
Ebülgazi Han’ın eserinde, Gün Han’dan sonra, oğlu Kayı’nın geçtiği yazılıdır. Reşideddin ise bunu belirtmeyip, doğrudan Dib Yavkuy Han’ı başa geçiriyordu. Biz, Reşideddin’deki bu durumu, doğrudan zamanın bir etkisi olarak yorumlamış idik. Çünkü Reşideddin’in eseri kaleme alındığı yıllarda (XIV. yüzyıl başları) Kayılar Anadolu’nun batı yakasında etkili bir konumda bulunuyor ve İlhanlı Devleti’ne problem olabiliyorlardı.
Ebülgazi Han’ın eseri, XVII. yüzyıl ortalarında kaleme alınmış olmakla birlikte, bir yandan XIV. yüzyıl başlarının bilgilerini içerirken, öte yandan da Uluğ Bey’in eserindeki bilgilerden de etkilenmiş bulunmaktadır.
Oğuz Destanı ve Oğuz Han hakkında, bu dört farklı bilgi imkânı gözönüne alındığında, Türk tarihinin geçmiş bin yıllarında ana eksen, şu halde Oğuz Destanı gibi görülüyor. Bu destan, sonraki zamanlarda, bazı boylar tarafından daha dar bir çerçevede tutulmuş olsa da, Oğuz ile Türk’ün ilişkileri gibi, Moğol ile Oğuz Han arasında da ilişkiler kurulmuştur.
Oğuz Han ve onun Türklerle olan bağlantısı, anlaşılıyor ki iki ayrı rivayet vardır. Reşideddin, bu rivayetlerin birisini tercih etmiştir. Eserinde, ötekilere göre bazı eksiklikler göze çarpıyor. Fakat öteki şekil, daha XV. yüzyıl başlarında Şerefeddin Yezdî ve özellikle yüzyılın ortalarında Uluğ Bey’in eserinde yaşamıştır. Türk ile Oğuz arasındaki münasebet, bu arada Moğol ile yakınlaşmayı sağlamak üzere, Ebulgazi Han da Uluğ Bey’in bilgilerini tercih etmiştir. Nitekim o, eserinin başında da, Türkler ve Türkmenler hakkında birbirinden çok farklı bilgiler bulunduğunu belirtir.
5. Buna Benzer Bilgiler
1507’lerde kaleme alınan Tarih-i Güzide-i Nusretname adlı Türkçe eserde de belirtilir. Orada Reşideddin, Şerefeddin Yezdî ve Uluğ Beğ’den alınan bilgiler bir araya getirilmiştir. Bütün bunlarda dikkati çeken en önemli özellik, "bugün (yâni XIV-XV. yüzyıllarda) Moğol denilen birçok boyun Türk oldukları”nın ısrarla belirtilmesidir. Türk, bu sebeple bütün Asya tarihinde, özellikle İç ve Batı kesimlerinde XIV-XV. yüzyıllarda en üst düzeyde itibarda olmuştur. Nitekim İbn Haldun’a göre XV. yüzyılda, Temür ile Türklüğün şevketi en üst düzeye erişmiş idi.
6. Reşideddin’in Ayrıca Bildirdiği
Uluğ Beğ’in ise Oğuz Han’dan bin yıl sonrasına ait saydığı Ergenekon apayrı bir gerçektir. Ergenekon’da, Türklerin kökeni ve menşelerine ait bilgiler yoktur; orada Türkleri (veya Moğolları) yönetecek boyların önderlerinin ortaya çıkması etkilidir. Bu yönü ile Ergenekon, Göktürklerin menşelerine dair Çin kaynaklarının yazdıkları ile uygunluk göstermektedir. Bu türden bilgiler belki de İç Asya’da yaygın bir efsanenin izleri de olabilir.
Bu arada Ön Asya kökenli dinî rivâyetlerde de Zülkarneyn’in çok hareketli bir kavim olan Yecuc-Mecucleri bir demir sed ardında terk edip bırakması hikayesi de vardır. Burada Yecuc-Mecuclar, ötesine itildikleri demir sedden dışarı çıkamazlar. Ergenekon adı ile özdeşleşen efsânede ise demir dağın eritilerek çıkılması doğrudan Türklerin yaşadığı coğrafyada da izler bırakmıştır. Demir dağlar eritilerek adeta bir demir-kapı oluşturulmuş ve Türkler arasında bu ad, Demir-kapı adı çok yaygın olmuştur.
Demir-kapı yer adlarında efsane ile tarihî gerçekler, bir bakıma içiçe girmektedir. En eski tarihli Demir kapı, Göktürk kitabelerinde Semerkant dolaylarında zikredilen olmalıdır. Sonraki zamanlarda da Demir kapılar Avrupa içlerinde (Tuna-Demirkapısı), Asya batısında (mesela Hazar Denizi batısı Derbent Demirkapısı) ve daha pek çok yerde vardır. Günümüz Anadolu sahasında dahi Demirkapılar yer (Kamışlı-Musul arasında demiryol istasyonu) ve hatta köy adı (Balıkesir-Bursa yolunda) olarak bir hayli çoktur.
D. Komşu Milletlerin Destanları 1. İranlılar
Türklerden destanlarında söz eden milletlerin belki de ilki İran ve onların millî destanı Şehname’dir. Gerek burada, gerekse İran tarihlerinde, dünyanın yaratılması sonrasındaki ilk hükümdar Keyümers olup, hatta bu kişinin Hz. Adem olduğu dahi sanılırmış. Bu olmasa bile mesela Şit Peygamber diyenler de varmış (Lübbüt Tevarih). Mağaralarda yaşayan, hayvan postları giyen bu kişi bin yıl yaşamış, hayatının sonlarında evler yapmıştır. Torunu Huşeng ve sırasıyla Tahmures, Cemşid ile hayat devam eder gelir. Cemşid neslinden Afridun yararlı işler yapmıştır. Üç oğlu olup, bunlardan Selem’e batı diyarını, Ceyhun’a kadar Doğu’yu ortanca oğlu Tur’a, asıl yurdunu (İran-zemîn’i) ise İrec’e vermiştir. Bunu kıskanan öteki kardeşler ise İrec’i öldürmüşlerdi ve ondan kalan kızını, Feridun, kardeşinin oğlu ile evlendirdi ve bundan Menuçehr dünyaya geldi. O da büyüyünce iki dayısını (Selem ve Tur) öldürdü. Menuçehr hükümdarlığı sırasında dünyayı mamur etti, fakat Tur neslinden Afrasiyab büyük bir ordu ile Menuçehr üzerine geldi, savaştılar ve sonunda aralarında barış yapıldı.
Menuçehr’in oğlu ve torunları zamanında da Afrasiyab ile İran arasında savaşlar devam etti. Afrasiyab bir ara on iki yıl kadar bir süre İran’ı istilâ etti. Artık Turan’ın ve Türkistan’ın hâkimi Afrasiyab ile İran arasındaki mücadele uzun yıllar devam etmiştir. Afrasiyab, başlangıçta belki Turan ve Türkistan hükümdarı idi, fakat destanda O, Turan hükümdarlarının bir genel adı olarak görülüyor. İranlılar nihayet O’nu Azerbaycan sahasında öldürürür ve İran bir büyük düşmanından kurtulur.
Mücmel’üt-Tevarih vel Kısas’ta İran Şahı Feridun’un oğlu Tur’u idare etmesi için doğuya gönderdiği yazılıdır. O, idaresindeki ülkeyi sevince orada kalacaktır ki bu sebeple oraları, sonradan Turan, yani Tur’un ülkesi olarak anılacaktır. "Ondan Zâdşem, Zâdşem’den de Peşenk dünyaya geldi. Afrasiyab ise Peşenk’in oğludur. Afrasiyab, Hindlilere ve Rumlara galip geldi. Birkaç defa da İran’ı mağlup etti” der ve ilerde anlatacağını belirtir.
Zeki Velidi Togan, Firdevsî’nin Şehnamesi’ndeki bilgilerin tarihî kaynağının Taşkentli Dakikî adlı bir şairin eserinden alındığını belirtir. Bu arada destandaki bilgilerin Şehname’den biraz farklı şekilleri, çağın öteki İslam kaynaklarında (Taberi, Dineverî vs). yansımıştır. Bunlara göre Afrasiyab, babası Beşeng, onun babası İnet, babası Rişmen ve babası Türk olmak üzere dört batında Türk’e bağlanmaktadır. Afrasiyab’ı, Beşenk=Pecenek ve sonrasında dört batında Türk’e bağlayan bir rivayet Karahanlılar devri fıkıh kitaplarında da varmış.
İlk bakışta milattan önceki zamanlara ait bu destan ve öteki kayıtlardaki Afrasiyab isminin Türklerle bir alakası görünmüyor. Fakat XI. yüzyılın insanı Kaşgarlı Mahmud, bize İranlıların Afrasiyab diye belirttikleri kişiye Türklerin Alp Er Tunga dediklerini yazar ve bu bilgi Kutadgu Bilig tarafından da desteklenir. O zaman Şehname’deki İran-Turan cenklerinin, Türklerin bir millî kahramanı ile İranlılar arasındaki mücâdele olduğu ortaya çıkar. Gerçi, eski Türk şairleri, mesela Ahmedî, İran edebiyatının etkisi ile mesela İskendernâmesi’nde Afrasiyab’dan hiç de iyi bir şekilde söz etmez.11 Bu efsânevi zamanlar ise Zeki Velidi Togan’a göre M.Ö. VI-V. yüzyıllardır. Bu zamanda ise, kaynaklar İran’ın kuzeyinde büyük Saka/İskit Devleti’nden söz ederler. Böylece İran millî destanı, Türklerin tarihî varlıklarını ve devlet hayatını M.Ö. VI. yüzyıla kadar çıkartan bir kaynak olarak kabul edilebilir.
Ön Asya kökenli dinî mitolojide, insanlar tufan sonrasında Hazreti Nuh’un üç oğlundan türemişlerdir. Bütün insanları Nuh’a bağlayan bu rivâyetin, ilk ve en ayrıntılı bilgilerini veren 520 h/1126’de telif edilen Mücmel’üt-Tevarih ve’l-Kısas daki bilgilerin "edepli, terbiyeli, akıllı ve temiz kalpli olan” Türkle ilgili kısmını, R. Şeşen çevirisinden aynen vermek yararlı olacaktır. Buradaki bilgiler sonradan öteki müelliflerin yazdıklarına da kaynaklık etmiştir.
"Türklerin nesebi hakkında Nuh Peygamber Tufandan sonra yeryüzünü çocukları arasına paylaştırınca, Ceyhun tarafını Yafes’e verdi. Yafes’in yedi oğlu vardı: Çin, Türk, Hazar, Saklab, Rus, Yecuc-Mecuc’un babası olan Misek ve Bulgar ve Burtasların babası Kemâri. Bu çocukların herbirinin nesli ve sülalesi kaldı. Her birinin bir çeşit dili vardı. Doğu taraftaki toprakları kendi aralarında paylaştılar.
Bu oğulların huylarına gelince, Çin çok akıllı ve terbiyeli, Hazar sakin ve az konuşurdu. Rus hilekâr ve ihtiyatlı biriydi. Saklap yumuşak kalpli olub Misek çok yaşamamıştı. Onun oğlu olan Guz hileci ve kurnazdı. Dedesi Yafes onu oğullarından daha çok severdi. Kemâri oyunu seven ava ve işrete düşkün biriydi. Türk edepli, akıllı ve doğru kalpliydi.
Türk (kendisine yarar bir yerleşme bulmak ümidiyle), bütün doğu ülkelerini gezdi ve kendisine uygun bir yer buldu. Hoşlandığı bu yerin adına Issık göl adını verdi ki Türkçede ıssı (sıcak) göl demektir. Burada küçük bir deniz vardı, suyu sıcaktı. Çeşmeler çoktu, etrafı dağlarla çevrilmişti. Otu bol, suyu da çok hoştu.
Türk Tanrı’ya şükretti ve burasını kendisine yurt etti. Yafes’in oğulları arasında Türk ve Hazar akıl sahibi idiler. Fakat diğer oğullarından hayır yoktu. Geceleyin yanındaki dağın üzerinde ateş görüldü. Ertesi günü ortalık aydınlanınca Türk o dağın tepesine çıktı. Fakat ateşten hiçbir eser görmedi. Fakat Türk orasını hoş buldu; yayla ve meralarını hoş ve sevindirici buldu. O dağa Iduk-art adını verdi ki bugün dahi aynı adı taşımaktadır. Sonra ağaçtan ve otlardan evler yapmayı emretti. Bundan evler (khargah) yaptılar. Barınmak için koyun derisinden kaban-üstlük ve börk yapılmasını buyurdu, bu adet bugüne kadar gelir. Kitaplardan okuduğuma göre Türk’ün bu memlekette yerleşmesi anında talihi Esed yıldızı olmuş ve o saatin sahibi Merih’in ayla, Zühre yıldızının kavsle buluşduğu dakika olmuştur Türk’ün hem kan dökücü, hem de güzel yüzlü olmasının sebebi bundandır.
Türk’ün çocukları oldu ki Tutel (? Tünk:), Çigil, Barshan ve İlak. Bugünkü Barshanlılar, İlaklılar ve Çigiller bunların çocuklarıdırlar. Derler ki Tünk, bir gün avlanmaya gitmişti. Birşey yemek istedi; yerler tuzlu imiş. Elindeki lokmayı düşürdü, yeniden aldı. Yediğinde daha hoş buldu. Buradan tuz getirip yemeğe koymayı emretti”.
Mücmel üt-Tevarih ve’l-Kısas daha sonra Hazar, Rus, Gûz bin Misek ibn Yafes, Çin, Saklap ve Kemari hakkında da bilgi verir. Aynı eserde "Türklerin bedenlerinde kıl az bulunur” ve sebebini Yafes’in çocukluğundaki bir hastalağına bağlar ki anası tedavi olması için karınca yumurtasını kurt sütüyle karıştırıp vermişti.
XII. yüzyıla ait bu kaynağın haberleri, sonradan XV. ve XVII. yüzyıl kaynaklarında da nakledilecektir.
2. Çinliler
Çinliler de kuzey komşularıyla ilgili birçok destanî özellikten söz ederler.
Kao-chelerin kökenine ait söylenen rivâyet, Türk ülkesinin yer adlarıyla da uyuşmaktadır. Ona göre Hun hükümdarlarından birisinin çok güzel iki kızı varmış. Han bu kızlarını dünya "beşer” insanlarıyla evlendirmeye kıyamamış, kızlarım ancak ilahlara layıktır diye düşünmüştür. Bu amaçla ülkesinin ıssız/uzak bir köşesinde yüksek bir kule yaptırarak kızlarını yeterli yiyecek ile oraya koymuş, ilahların gelip kızlarıyla evlenmesini beklemiştir.
Aradan aylar ve hatta yıllar geçtiği halde gelen giden olmamıştı. Bu sırada bir yaşlı kurt, bu kule dibinde kendisine barınak bulmuş, gece gündüz orada kalmaya başlamıştır. Zaman içinde ondan başka canlı ortalıkta görülmeyince küçük kız kardeş, babamızın sözünü ettiği ilah bu olamaz mı demiştir. Büyük kardeşin ilk zamanlardaki çekingenliğinden sonra zaman içinde gelen giden olmayınca ilah kabul edilen kurtla evlenen kızların çocukları olmuştur. Onun için Kao-chelerin çocukları, kurt gibi söyledikleri türküler de kurt inlemesine benzer.
Türklerin İslamiyet’in kabullerinden sonra da, halk arasında devam eden, ancak İslâmiyet’in temel özellikleri ile uyuşmayan bu rivâyetin Türkler arasında şuur altında yaşamış olduğu Kız-kulesi yer adlarından anlaşılıyor. Çünkü Türk’ün yaşadığı, ıssız yerlerdeki su içindeki kaylecik veya kuleler hep Kız-kulesi diye anılmıştır. Böylece Doğu Avrupa, Batı ve İç Asya’da yüzlerce Kız-kulesi veya Kızlar-kalesi, bu dikkate değer destanın =efsanevî hikayenin gerçek izleridir.
Kurt ile ilgili olarak halk arasında birçok rivayet de yaşamıştır. Bununla birlikte bilgili kimseler Türk insanının doğrudan insan, "kişi-oğlu” olarak dünyaya geldiğine inanmışlardır. Göktürk Devri’nden kalan yazıt=kitabelerde Kurt ile ilgili efsaneler bulunmaz; orada Türk Bilge Kağan, kendisini doğrudan kişi-oğlu olarak dünyaya gelmiş kabul eder.
Göktürklerin çıkışı sırasında Çin kaynakları, onların geçmişi ile ilgili olarak hemen aynı esaslı efsaneler naklederler. Pei-shih (386-618), Kuzey Sülalesi yıllıklarındaki Tu-küe kısmında şöyle yazılıdır (Tang Chi çevirisi):
"T’u-chieh evvelce Hsi-hai (Batı Denizi) sağ kısmına yerleşip kendisi tek başına bir kabile kurmuş Hsiung-nuların başka bir soyudur. Onun soy adı A-shi-na’dır. Sonradan komşu ulus tarafından mağlup edilip soydaşları da yok edilmiştir. Ancak on yaşlarında bir erkek çocuk arda kalmıştır. Askerler çocuğun yaşını küçük gördüklerinden öldürmeyip sadece onun el ve ayaklarını kestikten sonra otluk bir yere bırakmışlardı. Orada dişi bir kurt tarafından bulunup et ile beslenmiştir. Çocuk büyüdükten sonra: dişi kurt ile münasebette bulunur ve kurt hamile kalır. Zamanın hükümdarı, çocuğun hala hayatta bulunduğunu haber alınca bir elçi gönderip bu çocuğu öldürmek ister. Elçi çocuğun kurtla beraber olduğunu görür ve ikisini birlikte öldüreceği sırada bir mucize olur. Dişi kurt çocukla birlikte Batı Denizi’nin doğu tarafından bulunan Kao-chang/Koço ülkesinin kuzeybatı yönündeki dağa kaçıp kurtularlar.
Burası geniş ve bol otlu bir ovanın çukurluk bir kesimidir ve dört bir yanı dağlarla çevrilidir. Kurt işte bu ovada saklanmıştır. Daha sonra on erkek çocuğu olmuştur. On erkek çocuk büyüdükten sonra, ova dışındaki kadınlarla evlenmişler ve böylece nesilleri çoğalmıştır. Bundan sonra on kişinin her birisi bir boy olmuştur ki A-shi-na onlardan birisidir. Onların arasında en iyi ve değerli olan adam başbuğ olmuştu. Kendilerinin kökenlerini unutmamak için ordugâh kapısında kurt başlı bir tuğ dikmişlerdi.”
Benzer hikayeler, mesela Chou-shu (557-589), Sui-shu (589-618) sülaleleri tarihlerinde de bulunur; son kaynakta çocuğun bırakıldığı yer bir bataklık olup, kaçıp kurtulmak için kurt bir çukura girer ve öteki tarafa çıktığında bol otlu bir ova ile karşılaşır. Nesillerce burada kalıp çoğaldıktan sonnra A-hsien-she isimli başbuğ, boyunu buradan çıkarmıştır. Ergenekon rivayeti ile Çin kaynaklarının verdiği bilgiler, muhakkak ki aynı büyük tarihî olayın yankıları olmalıdır. Bu ise, bize kalırsa Milâd sularında, belki de 1-2. yüzyıllarda cereyan etmiş olan bir büyük siyasî hadisedir.
Çin kaynaklarındaki efsanevî bilgiler, doğrudan Türklerin en eski zamanlarına ait değildir. Onlar, Türklerin VI. yüzyılda, aynı adla bir güçlü devlet kurmaları vesilesiyle, Türklerin, daha doğrusu Türk devletinin yönetici ailesinin geçmişine dair bilgi vermek istemişlerdir.
3. Arap Coğrafyacılarına Göre Türkler
İslamiyet’in çıkması ve Arapların Batı ve hatta İç-Batı Asya’ya hakim olmalarından sonra, yazılan Coğrafya kitaplarında, Türklerle ilgili birçok bilgi vardır. Bunların önemli bir kısmı VIII-IX. ve sonraki yüzyıllara ait olmakla beraber, genel olarak Türklerin kökenine ve özelliklerine temas edenler de vardır.12
Bunlar arasında Mes’udî’nin (ö. 956), Müruc üz-Zeheb adlı eserinin on beşinci bâbında Çin ve Türk hükümdarları hakkında şöyle deniyor: "İnsanlar Çin halkının soyları ve başlangıçları hakkında ihtilafa düştüler. Sam’ın evladından ‘Amûr oğulları doğu tarafına giderek Belh nehrini geçmişler, aralarından çoğu Çin’e kadar gitmişlerdi. Bunlar oralarda çeşitli ülkelere dağıldılar. Bir kısmı şehirler ve köyler kurdular; buralara yerleşmeyenler ayrılarak çöllerde oturmuşlardır. Bunlar, Türkler, Karluklar ve Kâşân/Küça şehri sahipleri olan Tokuz-oğuzlardır. Tokuz-oğuz ülkesi Horasan ile Çin arasındadır; bugüne, yani h. 332 (m. 944) tarihine kadar Türkler arasından onlardan daha kuvvetli, kudretli ve memleketi iyi idare edenler çıkmamıştır. Türkler arasında en kudretli Oğuzlar, en güzel ve en uzun boylu, en parlak yüzlü olanlar Karluklardır.
Türk ülkesinin Türklerin yüzünde ve gözlerinin küçüklüğündeki etkisi gibi. Hatta bu tesir onların develerini de etkilemiş, develerinin ayakları kısa, boyunları kalın, tüyleri beyaz olmuştur. Mesudî’ye göre dünyadaki en önemli hükümdar Babil/Bağdat’ta olandır; sonra Çin ve ondan sonra da Türk hükümdarlarından Kûşan şehri sahibi gelir. Bu Tokuz Oğuzların hükümdarı olup, yırtıcılar ve atlılar hükümdarı’ adını alır. Zira yeryüzündeki hükümdarlar arasında onun adamlarından daha kahraman ve kan dökmeye istekli adamları olan, ondan daha çok atı olan kimse yoktur. Ülkesi Çin ile Horasan çölleri arasındadır. Türkler arasında daha birçok hükümdar ve kimseye boyun eğmeyenler vardır.”
Arap coğrafyacıları, Türklerle kısmen Yecü-Mecuc olayı vesilesiyle ilgilenmişlerdir. Çünkü bir kısım Ön Asya kaynakları gibi, Arap kaynakları da, Zülkarneyn tarafından bir seddin ötesine atılan çapulcu Yecüc-Mecücleri Türk sayarlar. Oysa doğrudan Zülkarneyn’in bir Türk, hatta Oğuz Han olduğunu ileri süren Türk bilginleri de vardır.13 VI. yüzyıldan itibaren doğrudan Türk adıyla öne çıkan bu kavim, VIII-IX. yüzyıldan sonra Müslüman olmaya başlayarak, İslam için de bir ümit olmuştu. Böylece bir kısım Arapların Türklere bakışı yumuşamış, hatta bir kısım Araplar Türklerin Hz. İbrahim’in Kantûra adlı cariyesinin neslinden geldiğine de inanmışlardır. Bir kayda göre Hz. İbrahim Türk hakanının kızı Kantûra ile evlenmiş imiş. Bu sebeple olsa gerek bazı Arap kaynaklarında Türklere Benu Kantura da denilmektedir.14
Görülüyor ki, Türklerle ilgili destanlar, Türk’ü tarihin ve insan oğlunun en eskileriyle bir tutmaktadırlar.
IV. Tarihî Devirlere Giriş
A. Destanlardan Hsiung-nu ve İskitlere Geçiş
Türk adı, şimdiki yaygın bilgiye göre, tarih sayfalarında ilk defa VI. yüzyılın ortalarında meydana çıkmaktadır. Oysa Eski büyük Alp-Er-Tunga veya Oğuz Kağan Devleti’nin dağılmasıyla da Türk adı, Karadeniz kuzeyinde kalmış olabilir. Bu arada doğu kanadında da Hun Yabguluğunun dağılmasıyla, Topa/Tabgaç, Apar ve Sabırların tarih sahnesinde görülmelerinden sonra beğleri Bumin idaresinde bir boy, İç Asya’nın doğu kesiminden başlayarak millî birliği sağlamıştı. Bu boy, kendisine asıl Türk manâsına gelen Göktürk adını veriyordu. Tabiatıyla bu adlanma daha önce Türk soyunun bulunmadığı anlamına gelmez.
Öyle seziliyor ki Türk has ismi, önceleri bir boyun adı idi. Bu boyun adı olarak da yaygın geleneğe uygun olarak önce bir kişinin ismi sayılmıştır. Daha sonra bu Türk boyunun önderinin kurduğu büyük bir boylar birliğinin adı haline geldi ve artık yerleşip kökleşti.
Türk, VI. yüzyılda büyük bir devlet olunca, komşuları bu büyük milletin köklü bir geçmişi olabileceğini düşünmüşlerdir. Mesela eski Çin kaynaklarında bulunan Tik kavim adının da Türk kelimesinin ilk şekli olduğunu kabul edenler vardır.
Türkler çeşitli kaynaklardan anlaşıldığına göre, tarih boyunca gerek kendileri gerekse komşuları tarafından çeşitli adlarla adlandırılmışlardır. Çin kaynakları, kuzeylerindeki komşu Türk kavimlerini önceleri Hsiung-nu adı altında tanımış ve tanıtmışlardır.
Batı’daki Grek yazarları, aynı toplumun batısındakileri, Skuthoi, yani İskit adı ile belirtmiştir. Bunlar aslında birer boy, bir başka deyişle büyük devletin iki ana kesiminin adı olmalıdır. Aynı isimler Çin, Ermeni, Süryani ve Bizans kaynaklarında daha uzun bir zaman Türkleri ifade etmek için kullanılmıştır.
Fars/İran ve Arap müellifleri, belki eski alışkanlığa sahip olmadıklarından, belki İslâm’ın daha ilk iki yüzyılı içinde Müslümanlığı kabul eden Türkler tesiriyle bu milleti VI. yüzyılda aldıkları isim ile Türk veya çoğul olarak Etrâk veya Türkân adı altında zikretmektedirler.
Destan veya mitoloji, Türkleri İç ve Batı Asya’da İran ile komşu bir alanda milattan önceki yıllara kadar kesinlikle çıkarmaktadır. Fakat bu zamanda, bilinen tarihî kaynaklar çok farklı bir isimden söz etmektedirler. İran destanına göre Afrasiyab’ın yaşadığı ve hükmettiği coğrafya, Grek ve Roma tarihçilerince İskitler ülkesidir.
Saka ile İskit (Skit) aynı kelime olup, kimi zaman kaynakların durumuna göre birbirleri yerine kullanılmıştır. Batı’da, Grek-Roma kaynaklarının etkisiyle kullanılan İskit/Skit kavramı, Asya sahasında Saka kavramına terk etmiştir.
Sakalar, günümüzde, Sibirya’da yaşayan bir Türk halkının adıdır. Dolayısıyla bu kavram ile Türkler arasında yakın bir ilgi vardır. Bu ilgi, sadece günümüzde değil, XV. yüzyıl ve öncesinde kurulmuştur. Daha Menandros, VI. yüzyılda "Bugün Türk denilen halk geçmişte Skit/Saka diye anılıyordu” demişti. XV. yüzyılda da Bizans tarihçisi Dukas, 1402 Ankara Savaşı’nda, Yıldırım Bayezid’in askerlerini Türk, fakat İç Asya’dan kopup gelen Temür Beğ’in askerlerini Skit diye adlandırıyordu.
Sakalardan kalan bazı edebî ve yazılı metinlerin Türk dilinde olmaması, onların kökeni konusunda Türk olmadıkları yolunda geniş nazariyelere ilham vermiştir. Mesela Tokharlar gibi. Sonradan Döğer adıyla Oğuz heyetine katılan Sakalar gibi. Oysa, Türk oldukları kesinlikle bilinen birçok Türk boy ve devletinin belgeleri Türkçe değil, Farsça yazılırdı. Bu sebeple araştırıcılar, kendilerinden Türkçe belge kalmayan ve İranlı sayılan birçok boyun, sonradan Türkleşmiş olduğunu ileri sürerler.
Karadeniz kuzeyinden Asya içlerine kadar uzanan geniş sahadaki Skit/Saka adlandırmasının içindeki unsunlara, kesin olarak Türklerin atalarıdır denilebilir.
B. Türkleşme ve Göçebelik 1. Türkleşme
"Türkleşme”, geçmiş bin yıllarda çok gerçekleşmiş ve gerçekleşmekte olan bir oluşum gibi gösterilir. Bunda kısmen doğruluk payı vardır. Fakat İç Asya’daki bütün problemler bununla açıklanamaz. Türkleşme ancak iki biçimde söz konusu olabilir. Birincisi, iyice zayıflayan veya boşalan bir arazide Türk boylarının etkin olması; ikincisi ise, doğrudan doğruya öteki etnik kimliklere mensup kişilerin veya boyların doğrudan Türk heyetine girmeleri.
Kişi olarak Türk olmanın XV. yüzyıl sonrasında pek çok örneklerini biliyoruz. Önceki dönemlerden ise açık örneklerini sadece tahmin edebiliriz.
Kavim olarak ise, milat yıllarında Saka heyetine dahil bazı boyların sonradan Oğuz heyetine dahil olmaları sürecini gösterirler.
Burada, kendilerinden kalan dil örneklerinden önceleri İranî bir dil olduğundan İranî sayılan bazı boyların, sonradan Türk olarak görülmeleri söz edilebilir. Bunlar Aral gölü dolaylarında, Harezm sahasında veya Doğu Türkistan’daki vaha şehirlerinde, mesela Hoten’deki Tokharlar gibidir.
Burada dil yadigarlarının, kaldığı toplumun dili ile aynı olmayabileceğini söyleyeceğiz. Ali Şir Nevai, XV. yüzyılda Türklerin İran dilini rahatlıkla konuştuğunu, fakat Farsların asla Türkçe öğrenmediklerini belirtiyordu. Dolayısıyla kendilerinden velev ki Farsça dil hatırası kalanların, köken olarak Fars/İranlı olmayabilecekleri açıktır. Bu sebeple, İç Asya’da çok sözü edilen Türkleşme olayının büyük boyutlarını biz şüphe ile karşılıyoruz. Bu ancak çok küçük topluluklar için söz konusu olsa gerektir.
Gerçek olan o insanların genelde Türk özellikleri taşıdıklarından zaman içinde dil olarak da Türkçe yadigar bırakmalarıdır.
Aral gölünün doğusunda, eski Oğuz sahasındaki arkeolojik incelemeler yapan S. P. Tolstov buradaki kültürün M.Ö. yıllardan sonra hemen hiç değişmediğini kesinlikle ortaya koymuş idi. Değişmeyen maddî kültür, elbette aynı insanların, yani Oğuzların eseridir. Onların bir zamanda, dil bakımından Türkçe öğrendiklerini söylemek, abartılı bir husustur.
2. Göçebelik
Türk’ün ilk tanımında, onun yerleşik olmayıp göçebe (bir kısım kaynakların diliyle sahra-nişin) oluşu bir temel özellik olarak gösterilmektedir. Gerçekten de yaygın kanaate göre Türkleri göçebe bir kavimdir. Onların göçebe özellikleri sebebiyle, hayatlarında ve tarihlerinde yaptıkları göçlerle dünya yüzünde etkin olmuşlardır. Hatta W. Barthold’a göre Türk, bir yere yerleşirse, Türk olmaktan çıkarmış.
Oysa kesinlikle bilinmektedir ki, gerek arkeolojik kazılardan ve yüzey araştırmalarından gerekse tarihî kaynaklardan Türklerin oturdukları iskân yerleri de vardır. Bunlar en azından iki bin seneden beri varlıklarını devam ettirmektedir. Bunlar arasında, kısmen yukarda da söz konusu ettiğimiz Oğuz Yabgularının kışlık merkezi olan Yengi-kent başta gelmektedir. X-XI. yüzyılların bu yerleşme yeri, Türklerin bir kısmının göçebe, daha doğru bir deyişle yarı göçe olduklarını açıkça gösterir. Böyle olunca, Türkler belirli sahalarda yaylak ve kışlak olarak da bulunmakta idiler.
İnsanlık tarihinin bir safhası olarak aslında mağara=inlerde oturmak, yani yerleşiklik, göçebelikten çok önceki bir safhadır.
Netice itibariyle Türkler göçebedir veya yarı-göçebe ya da yerleşiktirler diye bir tanım yapmak imkânsızdır. Çünkü var oluşlarının başlangıcında yerleşik oldukları gibi, sonraki zamanlarda da içlerinde yerleşik olanlar her zaman bulunmuştur. Bu yerleşiklik kimi zaman keçeden göçürülebilir evi olamayanların, yani çok fakirlerin yerleşik sayılması gibi durum da ortaya koymuştur. Her ne olursa olsun, Türk hayatında sesleri daha çok çıkan ve etkin olan, mevsimlik hayat yaşayan, yani yarı göçebe olanlardır. Onlar kışları belirli bir yerde (kışlakta), sonraki bahar mevsimini, mevsimin Türkçe adıyla yazlakta, yaz, gerçekte yay mevsimini yaylakta ve güz mevsimini de güzlekte geçiriyorlardı.
Nasıl vaktiyle Türkler yaygın olarak et yer, sadece çok zengin ve varlıklı olanlar ekmek yiyebiliyorlarsa, bir zamanlar da Türklerin sadece çok fakir ve güçsüz olanları devamlı yaylak veya kışlaktaki yurtlarında kalmışlardır.
Oysa Türkler bugün üzerinde oturdukları toprakların özellikle İç Asya ve Doğu Avrupa kesimindekilerin, binlerce yıldan beri kendi öz sahipleridirler. Asya ülkeleri için olduğu gibi Anadolu sahası için de böyle olduğu söylenmektedir. Tarihi zamanlardaki görülen hareketlilik içinde, Anadolu sahasında Türklerin son gelişi öncesinde burada Rumlar/Yunanlılar olmakla birlikte, onlardan önce de burada insanlar vardır. Yunanlılar da buraya sonradan gelmişlerdir.
Dolayısıyla buranın en eski sakinleri pekâla Asya’dan gelmiş olabilir ki bu gelenler de Türklerin ataları sayılabilirler.
Sonuç ne olursa olsun, Türklerin tarihi devirlerde yaşadıkları sahaların, daha eski zamanlardaki aslî sahipleri olduğuna dair inanç, Atatürk’ün Tarih tezini oluşturacaktır.
C. Türk Adının Coğrafyası
M.Ö. VI-V. yüzyıllarda İç Asya’daki büyük devlet Karadeniz kuzeyi ile Baykal Gölü arasında yayılıyordu. Bu büyük devlet, Hakanlık, iki ana kesime ayrılmış gibiydi: Batı ve Doğu Yabgulukları. Batıdan komşuları, bu devleti, özellikle batı kanadının etkin ismi Saka/Skit olarak tanımlarken, doğudan komşuları Çinliler Hsiung-nu olarak biliyorlardı. Oysa bunlar bir büyük Hakanlığın, başında bir zamanlar İran destanına göre Alp Er Tunga/Afrasiyab, Oğuz Destanı’na göre de Oğuz Kağan bulunmuş idi.
Bu büyük Hakanlığın içinde, yaşayan insanlar farklı dil, kimlik de taşıyabiliyorlardı. Fakat hakim ve etkin unsur, hepsini sonradan kesinlikle Türk olarak bileceğimiz boylar, kabilelerdi. Bu sebeple olsa gerek kimi zaman, bu büyük coğrafya içindeki iskân yerleri buluntuları, "Türk” özellikleri taşımayabilir. Unutmamak gerekir ki bir Türk Devleti olduğu kesin olan Osmanlı ülkesinde de, iskân yerlerinin hepsinde veya bütün mahallelerinde Türkler oturmuyorlardı.
Türk insanının, geçmişin karanlıklarından tarih sahnesine çıkışında böylesine bir bulutsu durum söz konusudur. Ancak sonrasındaki açık ve berrak gerçekler, daha eski zamanlar için de bizim dayanağımızdır.
Bu gün bir dil ve kültür bütünlüğü taşıyan insanların ve belirli bir toplumların umumi adı olan Türk kelimesi, Göktürklerden sonraki Uygur metinlerinde de görülüyor. Onlarda bu kelimenin manası "güç, kuvvet ve kuvvetli” demektir. Türk kelimesi, daha sonraki Orta Çağ İran edebiyatında Güzel insan manasında da kullanılmıştır.
Kendilerine sonradan Türk denen insanların atalarının yaşadıkları yerler, arkeolojik malzemenin bulunmuş olduğu yerin adıyla anılan (Tagar, Karasuk vb.) kültürlerle ifade edilir. Şüphe yoktur ki bunların bir kısmı doğrudan Türklerin atalarına ait idiler. İşte bu insanların çocukları ve nesilleri, Türklerin ilk zamanlarda ihmal ettiği yazı yerine, komşularının yazılı kaynaklarının verdikleri isimlerle anılmaktadır. Böylece batıdan doğuya doğru, kimi zaman step=bozkır kuşağı da denen, fakat tam olarak bozkır olmayan coğrafyada yaşayanlar Skit—Saka--- Hsiung-nu diye anılmışlardır. Bunlar Asya’nın batısından, hatta Doğu Avrupa’dan Asya’nın doğusuna doğru uzanır gider.
Atın etkili olduğu bu topluluk, bir büyük ve merkezi devlettir. Bu büyük devletin içinde, Türk adı verilen bir halk da yaşamaktadır. Ancak bunlar, henüz büyük devlete, hakanlığa=kağanlığa adlarını vermemişlerdir. Kağanlık, birçok hanlıklara bölünmüştür. Bunun temelinde sonradan da iyi bilenen sağ-sol=doğu-batı en azından iki ayırım vardır. Fakat bazı araştırıcılar (V. G. Haussig), mesela Göktürk Hakanlığı’nın dahi, en azından dört Hanlık olduğunu söylüyorlar.
Bir sonraki kademede artık adı da Türk olacak olan devletin dört Hanlık olması, Türk devletlerinde devam edecektir. Böylece Türkler, insanoğlunun var olmasından sonra, belirli bir coğrafyada binlerce yıl birlikte yaşayarak ortak özellikler kazanmışlardır. Bu ortak özellikler, çok dar bir alanda değil, oldukça geniş bir alandadır. Kazak ve Kırgızların yakın zamanlarda dahi, ata dayalı hayatlarının çok geniş mesafelerde cereyan etmesi, Türk olarak birleştirici bir ada sahip olacak insanların, çok geniş bir sahada ortak özelliklerini kazanmış olabileceklerini belirtmiş olmuyoruz.
Bunun iki önemli temeli vardır:
1. At’ın ehlileştirilerek her alanda kullanılması;
2. Hayvancılığa dayalı bir ekonomik hayat.
Hayvancılık ve at, ortak özelliklerin çok geniş mekânlarda oluşmasına imkan vermiştir. Böylece iklim bakımından da orta kuşak, Karadeniz kuzeyi ile Altaylar arası Türk’ün ana yurdu gibi olmuştur. Burada Hazar ile Baykal arasını esas kabul ederek sonrasında daha dar bir alan da seçilebilir. Bu dar alan ise Aral ile Altaylar arası olabilir. Bir başka ifade Altaylar ile Tanrı Dağlarının esas olmasıdır.
En eski hayatın mağaralarda (in) geçmiş olması da Türk insanı için olağandır. Türkçenin en eski kelimeleri tek heceli olup in=mağara da bunlardan birisidir. Günümüz Türk ülkelerindeki inlerde=mağaralarda (=üngür) hayat yakın yıllara kadar sürmüştür. Üngürlerin içine konan hazinelerin ağzının kapatılması gibi.
En eski Türk rivayetlerinde de, vaktiyle sadece bir kurtun geçtiği dar yoldan girilen vadideki hayat ve sonrasında dağın eritilerek çıkılması, bu zamanı yansıtsa gerekir.
Burada Türk adının aynı soydan gelen halklar için birleştirici bir isim olmasının zaman içindeki olumlu veya olumsuz özelliklerine de kısaca temas etmek gerekir. Böylesine bir topluluğun komşuları, bitişiklerinde yaşayanların, aynı büyük bir siyasi birlik içinde yer almasını, daha da güçlü hale gelmesini istemezler. Aksine bunların ayrı ve daha küçük birlikler halinde kalmalarında, kendileri açısından fayda bulurlar. Bu sebeple komşu milletlerin bu insanlara ait, alt isimlerini tercih etmelerini destekleyerek, onların kendi içlerinde çatışmalarını bekler ve bunu kendi ülkelerinin rahat ve huzuru için gerekli görürler.
Bununla birlikte, güçlü bir siyasi yapıya ve birliğe sahip olan herhangi bir Türk boyu, Türk oluşunun şuurunda olarak bu birliğin siyasî bakımdan da etkili olacağını düşünerek, konuyu birleştirici özellikleriyle tabiî olarak gerçekleştiriyordu. Asya ölçüsündeki büyük devletlerin kurulduğu dönemlerde, böylesine birleştirici özellikler eskiden beri dikkati çekiyordu. Mesela Ma-otun/Mete, bütün yay çeken kavimleri birleştirmişti. Anlaşılıyor ki, M.Ö. VI-V. yüzyıllarda da Hazar Denizi’nin kuzeyinden doğuda Altayların ötesine kadar uzanan bölgede bir büyük devlet olmuştur. Yabancı araştırıcılar da Skit/Saka denilen bu devletin, kültürel mirasına sonradan Türkler sahip çıkacak ve devam ettireceklerdir.
D. Sonuç Olarak
Bütün bilinenleri, doğrudan Türk’e karşı bir peşin hükümlü olmadan, bir kere daha en kısa olarak şöyle özetleyebiliriz: Türk, aslî özellikleri ile tarihin karanlıklarından, birkaç bin yıl geriden oluşup gelerek, M.Ö. bin yıllarında şekillenmiş olmalıdır. Milattan önceki bin yıllarında Türkçe belirli bir zümrenin, halkın, insan kümesinin konuşma dili olmuştur. Bu halkın yaşadığı, ehlileştirdiği at ile mesafeleri yakınlaştığı bir geniş coğrafya içinde bazı alt isimler de ortaya çıkmaya başlamıştır. Kırgız, Uygur, Oğuz, ve nihayet Türk gibi. Bu isimler yanında, hemen aynı zamanlarda bir insandan çıkış esaslı adlandırmalar da görülür: Karluk, Kalaç, Kanglı gibi. Türk, bir zaman için bütün bu insanların ortak ismi olarak hiçbir yerde veya kaynakta görünmeyebilir. Fakat bütün bu sayılan insanların dil ve kültür bakımından ortak özellikler içerdiği kesindir. Kültür olarak da en açık seçik belirginlik, Çin kaynaklarına göre yöneticilerin bir şekilde kurt ile bağlantılarının olmasıdır. Bu kesinleşen ortak özellikleri yaygın şekilde yaşayanlar, ata tam olarak hâkim ve demiri de etkili kullandıklarından dolayı, çevrelerinde daha üstün bir güç sahibi olmuşlardır.
M.Ö. VII. yüzyıldan itibaren, Avrupa ve Batı Asya yazılı kaynaklarının Skit/İskit dediği büyük devlet, sonradan kendilerine Türk denecek olan insanların idare ettiği bir siyasi güç idi. Hatta denebilir ki Türk daha milat yıllarına doğru ortaya çıkmış olabilir. Grek-Roma kaynaklarının İskit dediği bu devlete İran kaynakları Saka demektedir. Zaten Saka, doğrudan kendi özellikleri ile XXI. yüzyılda dahi bir Türk boyu olarak yaşayacaktır. İran millî destanı kuzeyindeki devletin başındaki Afrasiyab ile çetin mücaleleri anlatır. Afrasiyab ise doğrudan Alp Er Tunga adında bir Türk millî kahramanıdır. Böylece gerçek tarihî bilgiler ile destan iç içe girmekte bu Türkler artık tarih sahnesine çıkmaktadırlar. Alp Er Tunga’nın başında bulunduğu devlet ise, başkalarının İskit veya Saka dedikleri Karadeniz kuzeyinden Asya içlerine doğru uzanan büyük devlettir.
Bu büyük devletin Doğu Hanlığı, Yabguluğu Çin kaynakları sayesinde çok iyi bilinmektedir. Hsiung-nular, Çinliler tarafından da VI. yüzyılda doğrudan Türk adıyla devlet kuranların ataları olarak tanımlanır. Bu devletin içinde ise Türklerin daha pek çok boyu bulunmaktadır. Saka Devleti’nin Batıdaki Hanlığı, Denis Sinor’a göre, milat yıllarında dahi Türk adını hatıra olarak saklamış ve bu ad Pliunus ve P. Mela’ya geçmiştir.
Türk, kendilerine ne ad verdikleri bilinmeyen, fakat yaşadıklarını arkeolojik kalıntılarından anladığımız insanların, M.Ö. 500’lerden itibâren bu adı almaya başlayan çocuklarıdır. Türk, artık doğrudan kendisine mahsus özellikleri ile insanlık tarihinin içine girmiştir.
1 Reşideddin Fazlullah, Câmi’üt-tevârih, I/1, (A. A. Romaskeviça- L. A. Hetagurova, A. A. Ali-zade), Moskva 1965.
2 S. Maksudî Arsal, Türk Tarihi ve Hukuk, İstanbul 1947, s. 130, not: 9.
3 Z. V. Togan’ın Oğuz Destanı çevirisinde (Oğuz Destanı, Reşideddin Oğuznâmesi, Tercüme ve Tahlili, İstanbul 1972) bazı resimleri verilen minyatürlerde, mesela Topkapı Sarayı Hazine, 1654 numaradaki nüshanın ressamı Oğuz’u daha aydınlık, fakat aynı yerde 1653 numaralı nüshanın ressamı daha değişik resmetmiştir. Oğuz Han, şüphesiz bir Türktü ve onun tasviri, bizi ilgilendirir. Fakat XIV. yüzyıl kaynağındaki tipler, bu yüzyıla ait insanlardır.
4 Mes’udî’den naklen, bkz. R. Şeşen, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, Ankara 1998, s. 44.
5 1247’lerde kaleme alınan Simon De Saint-Quentin’in Historia Tartaracum (yay. J. Richard, Paris 1965) unda Turquie ve Turquia kullanılmıştır. Yine bkz. Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, İstanbul 1969, (2. baskı), s. 182, not. 150.
6 "Larende Sübaşısı Musa Beğ’in tavsifi: "Türk, Bahadır ve Sadedil”, Eflaki, Menakıb ül Arifin, I, 25.
7 Aydın Taneri, Türk Kavramının Gelişmesi, Ankara 1983, s. 74: Fahreddin Mübarekşah’tan (öl. 1206) naklen.
8 Dr. Emel Esin, "Türk Kültür Tarihi, İç Asyadaki Erken Safhalar”, Erdem, I/2, Mayıs l985, s. 409-428.
9 Z. Velidi Togan, Oğuz Destanı, Reşideddin Oğuznamesi, Tercüme ve Tahlili, yay. T. Baykara, İstanbul 1972.
10 Uluğ Beg, Şeceret ül-Etrak, Bristh Museum, Or add 26. 190; keza bkz. Mirza Uluğbek, Tört Ulus Tarihi, Özbek Türkçesinde, Taşkent 1994.
11 Ahmedî, İskendernâme, yay. İ. Ünver, Ankara 1983, s. st. 5407; Afrasiyab’ın oğullarından birisi Berke Türk sultan idi).
12 Ramazan. Şeşen, İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, 2. baskı, Ankara 1998, s. 34-35.
13 İ. Hami Danişmend, Türkler ve Müslümanlık, (Türk Irkı Niçin Müslüman Olmuştur), İstanbul 1959, s. 132 ve dev.
14 İ. H. Danişment, Aynı eser, 139 ve dev.
Abdullah Battal, bkz. Taymas, Abdullah Battal,
Akçura-oğlu Yusuf, Türk Yılı, Ankara 1928.
Ali Şîr Nevai, Muhâkemet’ül-Lugateyn, (yay. Sema Barutçu-Özönder), Ankara 1996.
S. Maksudi Arsal, Türk Tarihi ve Hukuk, İstanbul 1947.
O. Aslanapa, Türk Sanatı, I, İstanbul 1973.
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I-III, Ankara 1989, IV, 1991.
Atatürk’ün Kültür ve Medeniyet Konusundaki Sözleri, Ankara 1990.
A. Ayda, "Türk kelimesinin Menşei Hakkında Bir Nazariye”, Belleten, XL.
W. Bang-R. Rahmeti, Oğuz Kağan Destanı, İstanbul 1936.
Baltacıoğlu, İ. Hakkı, Türke Doğru, Atatürk Kültür Merkezi, Ankara 1994.
W. Bang ve G. R. Rahmeti, Oğuz Kağan Destanı, İstanbul 1936.
W. Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, İstanbul 1927.
W. Barthold, Moğol İstilasına Kadar Türkistan, İstanbul 1981.
W. Barhold, (Çev. H. Eren), "Türkler”, Dünya Edebiyatından Seçmeler, I, Sayı: 3 s. 1-17.
T. Baykara, "Doğu Anadolu= Türkmenia”, Atsız Armağanı, Ötüken Yayınevi, İstanbul 1976. s. 61-66.
T. Baykara, Türk Adının Anlamı, Ankara 1999.
T. Baykara, Türk Kültürü Araştırmaları, İzmir 1997.
T. Baykara, Türk Kültür Tarihine Bakışlar, Ankara 2001.
T. Baykara, Tarih Araştırma ve Yazma Metodu, İzmir 1999 (3. baskı).
L Bazin, Chronologique Dans le Monde Turc Ancien, Budapest- Paris 1991.
Les Turcs, Des Mots, Des Hommes, Paris 1994.
Cahiz. (çev. Ramazan Şeşen), Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri, Ankara 1967.
S. G. Clauson, An Ethymological Dictionary of Pre-thirteenth Century Turkish, Oxford 1972.
Sir Gerard Clauson, Turkish and Mongolian Studies, London 1964,
Çınar, A. A., Türklerde At ve Atçılık, Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara 1993.
Danişmend, İ. Hami, Türkler ve Müslümanlık, Türk Irkı Niçin Müslüman Olmuştur, İstanbul 1959.
W. Eberhard, Çinin Şimal Komşuları, Ankara 1942.
Ebül Gazi Bahadır Han, Şecere-i Terâkime, (yay. A. N. Kononov) Moskva-Leningrad 1958.
Ebü’l Hayr Rumî, Saltuknâme, yay. Ş. H. Akalın, I-III, Ankara 1988-1990.
I. Ecsedy, "Tribe and Tribal Society in the 6 th Century Turk Empire”, Acta Orientalia Hungarica, XXV, 1-3, 1972, 245-262.
A. Eflaki, Menakıbu’l-Arifin, (neşr. T. Yazıcı), Ankara TTK, 1959, 61, 2 cilt.
N. Ekrem, "Çin Kaynaklarına Göre Milattan Önceki Türklerin Yurdu”, Erdem, Sayı: 27, III, s. 1013-1032.
Elvan Çelebi, Menakıb’ul Kudsiye, yay. İ. Erünsal-A. Y. Ocak Ankara 1995.
M. Ergin, Türklerin Soy Kütüğü=Şecere-i Terakime, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul.
M. Erkal, "Sosyolojik Açıdan Kültürel Kimlik ve Türk Kimliği”, Tarih Boyunca Anadolu’da Türk Nüfus ve Kültür Yapısı, (Tebliğler) Ankara 1995, s. 69-80.
Emel Esin, "İslâmiyetten Önce Türk Kültür Tarihi ve İslâma Giriş”, Türk Kültürü El-Kitabı, Türk Kültür Tarihinin Erken Çağları Üzerine Araştırmalar, Seri: II, Cild 1/b, İstanbul 1978.
Emel Esin, Türk Kültür Tarihi, İç Asya’daki Erken Safhalar, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara 1987.
Emel Esin, A History of Pre-Islamic and Early Islamic Turkish Culture, İstanbul 1980.
G. Ferrand, "Les Grands Rois du Monde”, BSOAS, VI, 1930-1932.
G. Frumkin Archeology in Soviet Central Asia, Leiden/Köln, Brill 1970.
A. von Gabain, "Hunnisch-Türkische Bezichungen”, Zeki Velidi Togan’a Armağan, İstanbul 1950-55, s. 14-29.
R. Genç, Kaşgarlı Mahmud’a Göre XI. Yüzyılda Türk Dünyası, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1997.
D. J. Georgacas, The Names for Asia Minor Peninsula, Heidelberg 1971.
Peter B. Golden, An Introduction to the History of The Turkic Peoples, Wiesbaden 1992.
V. D. Goryaçeva-S. Y. Peregudova, Pamyatniki İstorii i Kulturı Talaskoy Dolinı, Bişkek 1995.
S. Gömeç, Uygur Türkleri Tarihi ve Kültürü, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, Ankara 1997.
Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, İstanbul 1976.
Veyis Güngör, Batı Avrupa Türkleri, Amsterdam 1992.
Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği, Ankara 1993.
J. Hamilton, "l’Origine des Turcs”, Turcica, 30, 1998 s. 255-261.
J. de Hammer, (J. J. Hellert), Histoire de l’Empire Ottoman, XVIII, Paris 1841.
H. W. Haussig, "Eski Türk Boylarının Taksimi”, Türk Kültürü El-Kitabı, Seri II, Cild 1/b, İstanbul 1978, s. XXIII-LIII.
İbn Fazlan Seyâhatnamesi, (Çev. R. Şeşen), İstanbul 1995.
Abdülkadir. İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm, Ankara 1972.
Abdülkadir İnan, Eski Türk Dini, İstanbul 1976.
Abdülkadir İnan, Makaleler ve İncelemeler, I, II, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1972, 1996.
İ. Kafesoğlu, "Türkler” mad., İslam Ansiklopedisi, XII/2, 1988.
İ. Kafesoğlu, "Tarihte Türk Adı”, Reşit Rahmeti Arat İçin, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayını, Ankara 1965, s. 306-319.
İ. Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, İstanbul 1984.
M. Kaplan, Türk Milletinin Değerleri, Ankara 1986.
Ö. Karaev, Kööne Türkdör Tarihı, Bişkek 1994.
Kaşgarlı Mahmud (çev. B. Atalay), Divanu Lugat it-Türk, I-III, Ankere 1940-41; Dizin, 1943.
A. Kezer, Türk ve Batı Kültürü Üzerine Denemeler, Ankara 1986.
Kırgızdar, I, Bişkek 1993.
Kıyafetü’l-İnsâniyye Fî Şemâili’l-Osmâniyye, İstanbul 1987, Millet Kütüphanesi, Tarih 1216’daki nüshanın tıpkıbasımı; BTTD.
S. G. Klyaştornıy-V. A. Livşiç, "Buguttaki Soğdça Kitabeye Yeni Bir Bakış”, (Çev. E. G. Naskali), Türk Dili Araştırmaları Yıllığı, Belleten, 1987 (1992) s. 201-241.
A. N. Kononov, Rodoslovnaya Turkmen/Şecere-i Terâkime, (Hive Hanı Ebülgazi’ning telifi turur), Moskva-Leningrad 1958.
H. Z. Koşay, "Miscellenia”, Zeki Velidi Togan’a Armağan, İstanbul 195- 55, s. 33-36.
M. F. Köprülü, Türkiye Tarihi, İstanbul 1923.
A. N. Kurat, XIV-XVIII. Yüzyıllarda Karadeniz’in Kuzeyindeki Türk Kavimleri Tarihi, Ankara 1972.
B. Levis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1970.
B. Moran, Türklerle İlgili İngilizce Yayınlar Bibliyografyası, İstanbul 1964.
M. Mori, "Çin Kaynaklarına göre Türk veya Türük Adları”, Türk Kültürü El-Kitabı, Seri: II, cild 1/b, İstanbul 1978, s. III-XV.
H. Mazıoğlu, "Osmanlıcada ‘Türki’ Sözcüğü”, Türk Dili, sayı: 500 (Ağustos 1993) s. 87-93.
Karl H. Menges, The Turkic Languages and Peoples, Wiesbaden 1968,
E. Merçil, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara 1991.
G. Moravczik, Byzantino-Turcica, Berlin 1958.
Necib Asım-Mehmed Arif, Osmanlı Tarihi, Birinci cilt, İstanbul 1335/1919.
H. N. Orkun, Eski Türk Yazıtları, Türk Dil Kurumu Yayını, Ankara 1994.
H. N. Orkun, Oğuzlara Dair, Ankara 1935.
H. N. Orkun, Türk Sözünün Aslı, İstanbul 1940.
H. N. Orkun, Türk Tarihi, I-IV, Ankara 1946.
H. N. Orkun, Türkçülüğün Tarihi, İstanbul 1951.
B. Ögel, İslamiyet’ten Önce Türk Kültür Tarihi, Ankara 1962.
B. Ögel, Tarihte Türk Devletleri, Ankara 1987.
B. Ögel, Türk Mitolojisi, I, II, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1996.
L. Rasonyi, Tarihte Türklük, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1998.
Reşideddin Fazllulah, Oguznama, Aşgabat 1990.
Câmi’üt-tevârih, I/1, (A. A. Romaskeviça-L. A. Hetagurova-A. A. Alizade), Moskva 1965.
O. F. Sertkaya, Göktürk Tarihinin Meseleleri, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1994. Denis Sinor, Inner Asia, (Syllabus), 1969 Indiana University Press.
Denis Sinor, "Early Turks in Western Central Eurasia”, Studia Ottomanica (B. Kellner-Heinkele und P. Zieme), Harrosowitz, Wiesbaden 1997, s. 165-179.
Faruk Sümer, Oğuzlar, Ankara 1972.
Faruk Sümer, "Oğuzlara Aitk Destanî Mahiyetde Eserler”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, XVII, Sayı: 3-4, Temmuz- Eylül-Aralık 1959 (1961), s. 359-456.
Ramazan Şeşen, İslâm Coğrafyacılarına göre Türkler ve Türk Ülkeleri, 2. baskı, Ankara 1998 (TKAE yayını).
R. Şeşen, "Eski Araplara Göre Türkler”, Türkiyat Mecmuası, XV, s. 11-36.
Aydın Taneri, Türk Kavramının Gelişmesi, Ne Mutlu Türküm Diyene, Ankara 1983.
Taymas, Abdullah Battal, "Divanü Lûgat-it-Türkte "Türk” ve Türkçe” sözleri”, Türk Yurdu, Cilt: XXVI, Sayı: 31 İlteşrin 1942 (yılkı yılı), s. 89-92.
Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul 1970.
Z. V. Togan, Hatıralar, 2. baskı, (Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları), Ankara 1999.
Z. V. Togan, Türk İli Haritası ve Ona Ait İzahlar, İstanbul 1943.
Z. V. Togan, Kur’an ve Türkler, İstanbul 1971.
Z. V. Togan, Oğuz Destanı, Reşideddin Oğuznâmesi, Tercüme ve Tahlili, İstanbul 1972.
S. K. Tural, Tarihten Destana Akan Duyarlılık, Atatürk Kültür Merkezi, Ankara 1998.
Osman Turan, Selçuklular ve İslamiyet, İstanbul 1978.
O. Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, I, II, İstanbul 1969.
O. Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, Ankara 1965.
Türk Kültürü El-Kitabı, Cilt: II, Kısım la, İstanbul 1972 (yay. E. Esin).
Türk Kültürü El Kitabı, (Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü), Ankara 2001, 3. baskı.
Türk Tarihi, Silahlı Kuvvetleri ve Atatürkçülük, Cumhuriyetin 50. Yılına Türk Silahlı Kuvvetlerinin Armağanı, Ankara 1973.
Uluğbek-Mirza, Tört Ulus Tarihi=Şeceret’ül-Etrâk, Taşkent 1994.
F. R. Unat, "Ne Mutlu Türk’üm Diyene”, Türk Dili Dergisi, Sayı: 146 (1963).
Hakkı Dursun Yıldız, İslamiyet ve Türkler, İstanbul 1976.
Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, haz. M. Kaplan, İstanbul 1976.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder